Ulan Batur

Atlar Ülkesi' Ulan Batur'da benzer yaşamlar. 
Moğolistan’ın Başkenti Ulan Baturdayız.
Yarım yüzyıllık özlemim bitmiş gibiydi.  Kalabalık bir trafik eşliğinde ilerlemeye çalışıyoruz. Kafamızı gömdüğümüz şehirlerimizden bu kadar uzaklara gelip de topu topu yaşadığım şehir, Bursa kadar olan 2,5 milyonluk Moğolistan’da da dahi kalabalık trafik ile karşılaşınca şaşırıyorum.
2,5 milyon km2’lik yüz ölçümünde, km2’ye 1 kişinin düştüğü Moğolistan’da, nüfusun %20’si, 500.000 kişi Ulan-Batur’da yaşayınca tabii ki bir keşmekeş her yeri sarmış durumda. Tüm bu yoğunluğun arasından şehrin merkezinde parlamentonun hemen yanındaki bir sokakta bulduğumuz hostelimiz bizim için bir şans kapısı oluyor.

1 haftadır Moğolistan da olmamıza rağmen, şu ana kadar at kılından yapılmış gerlerde yaşadığımızdan, bir Moğol binası nasıl olur hiç düşünmemiştik. Kışın -50 derecelere ulaşan soğuk iklim şartlarında yaşanıldığından binaların duvar kalınlıklarının 1 metreyi geçtiğini görünce şaşkınlığımız bir kat daha artıyor.  Bu yüzden şehirleşememenin, gerlerde devam eden yaşamın nedenini biraz daha iyi anlayabiliyoruz.

Ulan Batur’da Orta Asya madenciliğinin bir uzantısı olarak Ruslar tarafından yapılmış ama artık eskimiş yüzlerce geniş ve yüksek tavanlı binalar ve genişliği karşıdan karşıya geçilmek istendiğinde, koşturmadan geçeyim derseniz yeşil ışığın yolun ortasına geldiğinde kırmızıya döndüğü geniş ve uzun caddeleri var.

Bugünlerde tepe siyasi ilişkiler Japon ve Koreliler tarafında daha sıkı fıkılı paylaşılmış olsa da işçiler hala Çinliler ve iş yapmakla-yapmamak arasında bocalayan Moğollardan oluşuyor.

Hostelimiz şehrin göbeğinde demiştik ama aynı adlı 3 hostel olunca hepsini gezinmek zorunda kaldık ve maalesef bizim ki en sonuncu oldu. Trafikte biraz daha zaman harcamış olsak da bu sayede şehrin merkez ve çevresini daha kolay algılayabildik.

Hava güneşli, hatta sıcak. Ne de olsa kara ikliminin en etkin olduğu bir coğrafyadayız. Şortlarımızı ve kolsuz tişörtlerimizi giyip sokağa atıyoruz kendimizi. Ama ne zaman geri döneceğimiz belli olmadığından sırt çantamıza da pantolon ve uzun kollu polarlarımzı almayı da ihmal etmiyoruz.

Sırasıyla gezilecek yerleri listelemiştik yolda iken. Şehircilik anlayışının Rusların oluştuğu her halinden beli olan geniş caddeleri ve yüksek pencereli binaların arasından geçip parlamento binasının baktığı ortasında 1921 yılındaki devrimin lideri Damdin Sukbaatar’ın heykelinin olduğu hani birde İstanbul‘da var olduğunuz zannettiğimiz meydanların yanında bizim ki devedeki kulak olan, tüm Türkiye de hiç olmayan geniş bir meydana, Sukbaatar Meydanına geliyoruz.

Meydanın bir yerine de büyük bir çadır kurulmuştu.  Moğolistan’da bir zamanlar yaşamış, 2 gün öncede bizim yerini yurdunu gördüğümüz dinozorları anlatan geçici müze şeklinde düzenlenmiş bir sergiyi keyifle geziyoruz.

Her farklı coğrafyada, her bir farklı kültürlerin kendileri için neyin gurur kaynağı olabileceği bu sergide gözler önüne seriliyor.

Kendilerini insanlığın başlangıcı olarak yorumlayan Moğolların, bu dünya tarihinde her şeyin ilkini yaşamış olduklarının inancı ile ve tüm dünyaya korku salmış Ulu Cengiz Khanan’ın torunu olmanın verdiği haz ve gurur içinde yaşıyorlar.

Bugün bu gurur kaynağı, kapitalizm eşliğinde bir pazarlama stratejisine dönüşmüş olsa da Anadolu coğrafyasında yaşanan “Atatürk” özlemine pek özdeş diyebileceğimiz, kendilerini kurtaracak ruhun hala Cengiz Hanın küllerinden doğup geleceğini düşünenin sayısı da hiç de az değilmiş gibi geliyor.

Hani Japon’un Korelinin atı almış çoktan Üsküdar’ı aşmamış olsa da steplerdeki madenlere daldığını görmeden, hayal içinde yaşayıp giden, biraz da ağırbaşlı olan kaderci Moğolları bizlere benzetip ne de olsa benzer kökten gelmişiz diyerek etrafımıza bakınmaya devam ediyoruz.

Sukbaataar meydanından sola doğru kıvrılıp, karşı köşede Parlamentoyu çevrelemiş Moğolistan Ulusal Tarih Müzelerini geziyoruz. Moğolların en gurur duydukları olgunun at üzerinde yaşamları olduğunu müzenin her odasında hissetmek mümkün. Bir Moğol at üzerinde oturur, uyur, savaşır, gezinir…

Müzenin bir salonunda, o yüzyıllarda hiçbir topluluğun topluluk yapısında olamadığını düşündüğümüzde, toplumsal kuralların bir ilk olarak yaşatılmaya başlatıldığı, Cengiz Han’ın kurallar listesini biraz şaşkınlıkla biraz da savaş taktiklerinin ne kadar sinsice ve zekice olduğunu gördükçe biraz da hayranlıkla müze de dolanıyoruz.

Müze gezimizin ardından aynı cadde üzerinde sola Gandantegchinlen Manastırına doğru yürümeye başlıyoruz. Manastır, yürünecek kadar yakın değil ama sokaklarda ilerlemek bizim gezi alışkanlığımızın bir parçası olsa da İklim’ ile bebek arabasız çıktığımız bu geziler onu da, bizi de zorluyor.

Bugüne kadar sabahtan başlayan yürüyüşlerimizde onu bebek arabasına attığımızdan akşama kadar dert edinmeden yürüyebiliyorduk. Oysa şimdi İklim ne sırta alınabilecek kadar küçük ve hafif, ne de saatlerce yürüyebilecek kadar büyük ve istekli.

Onun tek derdi bir çocuk parkı ve çikolatalı doldurma olduğundan neyse ki bu ülkede de her sokak başı demeyeceğim ama ortasında geniş bir yaşam alanı bırakılmış çevresi evlerle çevrelenmiş içinde bir basket potası, bir çocuk parkı, bir de dinlenme alanı oluşturulmuş avlular bizim kurtarıcımız oluyor.

Şehir planlamacılığının onlarca, hatta belki yüz yıl önce buralarda oluşmuş olmasını biraz hüzün biraz da Rusların deliğine vererek avlulardan geçerek kâh çocuk parklarında biraz oyalanarak, kâh köşe başından bir dondurma alarak ilerliyoruz. Ne de olsa artık İklim’de bir birey, hem de lafı gediğine sokan bir birey olduğundan ve gezilerimiz de artık onun isteklerine de vakit ayırarak geçiriyoruz.

Bir iki sokak geçince karşımıza Moğolistan’ın en ünlü Budist sanatçılarından Zanabazar’ın müzesi çıkıyor. Moğolistan, Rusların etkisi ile biraz dinsizliğe yakın olmuş olsa da, bu özelliklerini daha çok Gök Tanrı Tingri’ye yakın olan özgür ruhlarını çevreleyen Şamanizm nedeniyle pek de din ile uğraşmadan yaşamlarını sürdürmekteler.

Çinliler uzun yıllar kendi etkilerini, örf ve adetlerini bu Moğol topluluğu üzerinde etkin kılmaya zorlamış olsalar da, buralarda özgür ruhun ilk ve tek temsilcisi Tibet-Budizim'ine daha yakın bir yaşam sürülmekte. Zanabazaar’da bu akımın 16.yy yüzyılda en iyi uygulayıcılarından.

Ruhu temizlemenin ne kadar zor olduğunu onun eserlerine bakarken daha iyi anlıyoruz. Bir eserini yapmak için harcadığı zamanı, o resmi ortaya çıkarmak için tuvale verdiği enerjiyi gördüğümüzde bir insanın neden hiç bitmeyecek işler peşinde koşturarak yaşadığını sorgulamadan edemiyoruz.

Yol uzun geldi… Yol üzerinde dinlendiğimiz çocuk parkı da, kavurucu sıcak altında keyifle yediğimiz dondurmacı olsa da Gandantegchinlen Manastırına yürüyemeyeceğimize karar veriyor bir taksiye atlıyoruz. Gerçi taksinin hızı sıkışık trafikte, bizim yürüme hızından pek de fazla değil ama bu sayede birkaç dakika araba içinde dinleniyoruz.

Önünde binlerce güvercinin yemlendiği Gandantegchinlen Manastırı hani bizim için bildik Eminönü Camisinin avlusu gibi. Metrelerce yükseklikte ki Buda heykelleri, Buda’nın devasal ayakları ilgimizi çekiyor.

Şehirde sokaklarda rahatlıkla dolaşabiliyor ve birçok pup, kareoke bar, zengin menülü restaurantlar bulmak mümkün oluyor.

Moğol halk kültürünü ve folklorününün güzel örneklerinin sunulduğu tiyatroları, operaları ve çocuklar içinde iyi bir eğlence alanı olan geniş bir açık hava lünaparkında keyifli 2 gün geçirdikten ve tozlu çöl gezimizin yorgunluğunu üzerimizden attıktan sonra yarın, 1984 yılında ilk çıktığım İstanbul–Paris treninde tanıştığım bir gezginden duyduğum haylime, Trans-Sibirya treni ile Sibirya’ya doğru sürüleceğiz.

Bu gece gözüme uyku girmeyecek gibi…

Ağustos 2013