Dalanzadgah

Gobi Çölünün ardı
Gobi Çölünün geçişi ardından, yorgunuz…
Dün bir ilk yaşayıp ortama uyum sağlayan birkaç böcek ve akrep benzeri toprak altı canlısı dışında hiçbir canlının yaşamsal adımlar atamadığı Gobi çölünü, yol olmadığı
için kum ve çakıl karışımı zeminde zıplamaktan biraz kusarak, +50Cº ulaşan sıcaklıkta biraz bayılıp uyuyarak, dinlenmek için durduğumuzda aniden bastıran çöl fırtınasında yemeklerimizi kumlu yiyerek, tam hava düzeldi derken birden bastıran sağanak yağmur altında çamura saplanıp arabamızı zor çıkararak, yağan yağmur nedeniyle en yakın yerleşime 200 km kadar uzaklıkta olduğumuzu bilmenin sıkıntısı ile çöl bataklıklarda geçit verecek bir hat bulmak için birkaç saat dolanarak geçirmiş ve yaşamın kolaylıklarına alışmış ruhumuzun vücudumuzu terk etmemesi için tüm pozitif düşüncelerimizi ortaya koymuştuk.

İklim ile Esra yolda birkaç kez kustular. Her ikisi de son 2 saati biraz baygın geçirdiler. İklim’i bu zorlu yolcululuğa, her bireyin ihtiyaç duyduğu bir olgu ile “Umutla” ve buna bağlı hayallerimizin yaratabildiği oyunlar ile ya da arabamızın önüne çıkan çöl farelerini sayarak geçirmesine yardımcı oluyoruz. Küçücük yüreğinde İklim, 2 gündür görmek istediği tek şey, “Dinozorlar” vadisiydi.

Bugün iskeletleri Londra’da New-York’da San Fransico’da Ulan Batur’da ve daha birçok dünya müzelerinde sergilenen, canlı yaşamın ilk evrelerinin yaşandığı dünyanın merkezi denen bu coğrafyada yaşamış sonrada yok olmuş Dinozorların bulunduğu yere doğru ilerliyoruz.

Dünden bu yana, Krakhorin'den ayrıldığımızdan beri yaşamı sadece nefes almakla eşdeğer tutabildiğimizden, bu dünyadan göçmeden önce en içten duygularımızla, üremeyi, kendimizden bir tohumu bu dünyaya bırakmayı, yanlış anlaşılmasın adını net koyayım, "sevişmeyi" düşleyerek geçirmiştik. Yaşam ve ölüm arasında karmakarışık duygular eşliğinde kızıl toprak yapısıyla bizi kendisini çeken bir vadi kenarına kurulmuş Dinozor Ger Kamp’a geliyoruz.

Çölün ortasında elektrik yoktu. Gökyüzünde geceyi gündüz yapacak kadar yakın ve parlak yıldız altında saatlerce onlara bakıp, elimizde ki yıldız haritası eşliğinde hangisinin ne olduğunu bir birimize anlatarak, yaşamsal beklentiler dışında hiçbir düşüncesi kalmamış, hani mağara devri insanlarının ilkelliğinde boşalmış beynimize bu güzelliği kazıyarak aynı anda uzayın ne kadar yakınımızda olduğunu, bir gün bir gezimizi de uzaya yapmayı düşleyerek, gerimizin önünde Samanyolu’nun altında yere serilmiş at kılından yapılmış sert keçenin üzerinde sızıyoruz. Gecenin bir yarısında çölde üşüyünce gerimizin içine girip uykuya kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Sabah sanki dün bir şey yaşamamış gibi gene erkenden uyanıyoruz. Etrafımızdaki yeşilliği, sadece bu yörede yaşayabilen Saxaul Ağaçların çölde yaratmış olduğu ormanı şaşkınlıkla izleyip, bir reçel, bir ekmekten oluşan kahvaltımızı sıcak çay ve süt ile yiyip ileride bizi bekleyen Dinozorlar Vadisine dalıyoruz.

Pek tabii ki bizden önce gelmiş olanlar (!) Dinozorları kazıp götürdüklerinden İklim, kızıl toprakta usta bir Arkeolog hassasiyetinde Dinozorları aradıysa da bir iskelet bulamayınca pek bozuldu. Hani 10.000 km’lik yolu boşuna gelmemiş olmak için birkaç dakika daha kazı işlemlerini devam ettirdi. Ama hala bir şey bulamayınca başladı TV’den öğrendiği Dinozor adları söyleyerek bağırmaya ve onları çağırmaya…

Etrafımıza uzun uzadıya bakıyoruz. Sonsuz boşluk içinde hiçbir yaşam belirtirsi görememenin hüznünü ve ne olduğunu hemen hemen hiç kimsenin bilmediği bu -yok oluşu- içimizde hissedip, sevgili Dinoların ruhlarına selam ederek tekrar koyuluyoruz yola.

3. günde gidiyoruz ama ortalıkta hala net bir yol yok… Güneşin hareketlerine göre aracımızın burnunu Dalanzadgah’a çeviriyoruz.

Hedefimizde, yol üzerinde bulunan Yolyn Am Ulusan Kanyon içinde ki bir buzul var. Suvd’a dönüp çöl de ne buzulu diyorum… Hani buzul görmek istememek gibi bir derdimiz yok da tek endişemiz buzullarda yaşayan bir Kutup Ayısının, çölde biz Bedevilerle karşılamamasını diliyoruz…

Buraları gördükten sonra, birde kışın -50 C derece olduğunu duyup, Kuzey Kutbunun da,  yukarılarda bir yerde Sibirya’nın üstünde, 1000-2000 km kadar mesafede ama düz bir uzaklıkta olduğunu kavradığımızdan, çölde Bedevi ile karşılaşan Kutup Ayısının hikâyesinin hiç de uydurma olmadığını içimizde hissetmeye başladık. Kendisi ile karşılaşmamayı bir kere daha dileyip dalıyoruz Yolym Am Kanyonuna.

Kanyonu atla gezmeye karar veriyoruz. 3 gündür koltuklara yapıştığından neredeyse nasırlaşmış kalçamız artık pek bir şey de hissetmediğinden birkaç saatlik at yolculuğu bizi yormuyor. Kanyon sonuna doğru ise kâh akan dere içinden kâh dere kenarından dar bir yoldan 1 saat kadar yürüyüp buzul kayalara uzaktan bir merhaba diyerek doğaya, parlak ve sivri kayalara, yukarılardan yuvarlanmış taşlara, vadiye bir Şaman ruhu edasıyla dua edip geldiğimiz yoldan Kanyondan geri çıkıyoruz.

Kanyonun hemen arkası Çin… Moğolistan’ı Kuzeyden Güneye geçmiş ve artık yorulmuştuk. Hepimiz bitkin bir haldeyiz. Kendimizi bir an önce Dalazadgah’da ki gerimize atıyor ve hepimiz iyi bir yemek sonrası aldığımız haplarla, şuruplarda deliksiz 16 saat uyuyarak kendimize ancak geliyoruz…

Başkente dönüş yolunda ise geldiğimiz gibi bir macera daha yaşayamayacağımız için, bir de daha yukarılara Rusya’ya - Sibirya’ya da gideceğimiz için Dalanzadgah’dan uçakla Ulan-Batur’a 1,5 saatlik bir uçak yolculuğu ile dönüyoruz.

Uçaktan aşağıdaki çöle baktığımızda orası artık bizim için bilinmez bir yere değildi. 3 günümüzü geçirdiğimiz Moğol steplerine, Gobi Çölüne bakışımız artık daha bir samimi…

İçimizde daha dostane, sanki bizimle hayatı paylaşmış bir dostun yanında geçer gibiyiz. İçimiz buruk. Hani bir daha gelebilir miyiz buralara hiç ama hiç bilemiyoruz ama Gobi’yi sevdik.

Bize, biz olduğumuzu ve birlikte olduğumuzda, birbirimize sarıldığımızda ne kadar da mutlu olabildiğimizi, bir de birbirimizi ne kadar çok sevdiğimizi gösterdiği için ona uçak penceresinde kucak dolusu kocaman öpücükler vererek Allaha ısmarladık diyoruz.

Ağustos 2013