Gobi Çölü

Dualarla Gobi geçişi
Gecenin bir yarısında ger kapısının aniden açılması ile uyanıyoruz. Suvd koşar adım içeri giriyor ve hava bizlere göre serin olduğundan, yatmadan önce yaktığımız sobanın gerin ortasından dışarı çıkan
borusunu kavradığı gibi yerinden çekip, boruyu bir sihirbazın el çabukluğunda dışarı çıkartıyor. Aynı çeviklikle gerin tepesindeki deliği kapatıyor ve çıkarken açık kalan kapıyı bizim üzerimize ittirip diğer gerlere de aynı işi yapmak için tokyo terliklerin ıslak çimenlerde çıkardığı şapırtılar eşliğinde bizim gerden uzaklaşıyor.
Gündüz 20 derecelerde olan hava gece 10’lu derecelere kadar düşmüştü. Her ne kadar Suvd için kışın -40, -50 derecelik ortama göre şimdi soba yakmaya gerek olmasa da bizler için sobayı yakmış öyle yatırmıştı

Esra da benim gibi yarı açıkgözleriyle ne oldu der gibi birbirimize bakınıyoruz. Sonra da Suvd’un yatmadan önce söylediği “Yağmur yağarsa, içeri yağmur girmesin diye sobanın borusunu çıkarmak için odanıza dalabilirim, korkmayın... Neyse ki kışın buralarda değilsiniz. Yoksa bunu kışın yapmayı hiç sevmem, size kalırdı bu iş…” derken ki gülümsemesini hatırlayıp bir anlık da olsa Moğolistan’da da ki zorlu kış yaşamlarından bir kesitini düşleyerek sanki hiçbir şey olmamış gibi uykumuza devam ediyoruz.

Keçeden yapılan gerler kışlık ve yazlık diye ayrılıyormuş. Kış gerleri hem daha kalın oluyormuş hem de hava geçirmeyecek kadar sıkı örtülüyormuş. Ama gece yağan yağmurunda etkisi ile 14 derecelere düşen hava bizler için zaten kış olduğundan yanan sobanın yanı sıra bir de sıkı sıkıya giyinip yatmış üzerimize de keçe battaniyeleri çekerek uykuya dalmıştık. Ama hiç üşümedik.

Horoz eşliğinde uyanma durumu yok buralarda. Horoz da, tavuk da yaşayamıyor Moğolistan’ın soğuğunda… Kışı geçiremeden telef olduklarından ben, boyunlarına taktıkları çıngıraklar ile dolanan keçilerin gürültülerine gün ağardıktan hemen sonra uyanıyorum.

Sabah alışkanlığıyla el yüz yıkamak için bir yerler ardımsa da su tankımız geceden boşalmış ve hala da dolmamıştı. Moğolistan’ın en değerli doğal kaynağı olan suya, Moğol steplerinin yükselti farklılığı neredeyse hiç olmadığından düzlükte kendi halinde ne tarafa akacağını kestirememiş Krakhorin deresine yöneliyorum.

Cengiz Han döneminde su, en kutsal varlıkmış ve suyu kirletenin kafası doğrudan uçuruluyormuş…

Anadolu topraklarında varlık içinde yaşarken nelerin değerli olduğunu kavrayamadığımız birçok olgu ile karşı karşıyayız buralarda… Hala kızıllıktan sarıya dönmemiş, yeni doğmuş güneşin yatay ışıklarında sabah banyomu akan bir derede alıyor ve hani derler ya çakı gibi dimdik yürüyerek kampa geri dönüyorum.

Yanımdan yaşı 60’ları geçmiş ama en az benim kadar dinç bir ninenin güttüğü bir keçi sürüsü biraz önce yıkandığım dereden karşı kıyıya geçiyorlar.

Keçilerden önce uyanıp suya girdiğime seviniyorum! Neyse ki Cengiz Han sağ değil de bu keçileri görmedi. Görseydi herhalde hem yaşlı çobanın hem de sürünün önümüzdeki kışı görmelerine izin vermezdi.

Ortalık pırıl pırıl... Sabahyıldızı hala gökte...Ve sanki elimle değecek kadar yakın. Esra ile İklim de kalkınca, Suvd’un hazırladığı kahvaltıda marmelat ve yanımızda getirdiğimiz balları sürdüğümüz ekmekler eşliğinde Çin’den ithal edilmiş, bizim bildiğimiz sarı kısmı bembeyaz olan çakma birer Çin yumurtasını lop diye midemize götürüyoruz.

Peynire benzer bir şey var ama sertliğinden yenecek gibi değil. Zeytin var mı diye bakınacağım ama birden buraya en yakın zeytin ağacının 10.000 km uzakta hatta arada da bir Gobi çölünün olduğunu anımsayarak sadece kendi kendime gülümsemekle yetiniyorum.

Tüm kamp ayaklanmıştı. 10 kadar Avrupalı ve tabii ki bu tür gezilerde karşılaşmazsam şaşıracağım bir ülkenin, askerliğini yeni bitirmiş ve kafasını toparlamak için dünya turuna çıkmış 2 İsrailli kızı var…

Bu gün kimisi kampta akşama kadar çayırda uzanıp kitap okuyacak, kimisi bizim dün gittiğimiz Göktürk yazıtlarına gidecek, kimisi uçsuz bucaksız steplerde at turuna çıkacak, kimisi geldiğimiz Ulan Batur’a dönecekti. Biz ise bugün bir başka hayalim olan Gobi Çölüne yönelip, içinden geçip gideceğiz…

Bu tür Asya gezilerine dünya gezginlerinin çoğu 1 seneliğine çıkıyorlar ki buradaki gençlerin her biri en az 6 aydır dünya turundaymış.

 “Hiç Türk görmedik şimdiye kadar!” dedi 1 aydır sadece Moğolistan’ı gezen bir İspanyol çocuk. Fransız olanı kendisiyle Fransızca konuşmaya başlayınca “Siz Esmersiniz ama eşiniz Fransız herhalde.” diye devam etti.

“Yok gezer bizim Türkler…” diyecek halim pek yok maalesef. Ben de yıllardır sırt çantalı gezerim ama nedense kendim bile karşılaşmadım böyle gezgin Türk, diyemeden sustum. Son yıllarda gezenimiz de görme merakımızda artmış olsa da bizler gibi sırt çantalı gezginlerimizin sayısı hala çok az olduğunu bildiğimizden Esra ile göz göze gelip gülümseyerek “Geziyorlardır...” demekle yetindik. İçimizden bizimkine benzer bloglarda tüm gezgin arkadaşların yayınladıkları yazıların tüm Türkiye’ye örnek olmasını ve gezginlik, araştırmacılık ve maceraperestlik ruhunun tüm coğrafyamıza daha da yayılmasını diliyoruz.

Bazen biz de şaşıyoruz yapacaklarımıza veya yaptıklarımıza ama tüm şaşkınlığımız sınırlarımızı geçinceye kadar oluyor. Aşınca sınırlarımızı, yırtınca üzerimize yapıştırılmış başkalarının etiketlerini, yıkınca etrafımıza örülmüş suni duvarları, karşılaştığımız binlerce gezginin bizden hiçbir farkı olmadığını görüyoruz.

Esas gezerken Atalarımıza, özümüze ait göçer ruhumuzu daha güzel ortaya çıkarıyor ve daha iyi eğlenebiliyoruz.

Moğollar da hala göçer yaşamda, çok da bir arada yaşayabilen bir toplum olamadıkları için yönetilmek için pek de kurala ihtiyaç duymadıklarından bizim bildiğimiz 3 büyük dine veya tüm bunların özü denebilecek Budizm’e tam olarak sarılmamış sadece kendi benliği üzerinde elle tutulabilecek kadar yakın olan mavi göğün sahibi, Gök Tanrı Tengri’ye, yani Şamanizm inanışları ile bireysel yaşamış.

Bir merkez etrafında toplanma, şehirleşme başladıkça topluluklar oluştukça toplumsal kurallara ihtiyaç duyup bir din olgusu etrafında kendilerine en yakın olan Tibet Budizm’in çevresinde toplanmışlar. 16.yy‘da ilk temelleri atılan Moğol halkının en önemli manastırına, Cengiz Han’ın ölümünden sonra kurulan Erdene Zuu Manastırına gideceğiz.

Cengiz Han’ın dinlerle arası pek hoş değilmiş. Fransız Kralı bilmem kaçıncı Louis, kendisine Hıristiyan olması için bir rahip ve bir de inanç mektubu gönderdiğinde, “Dinler coğrafyaya göre gelir ve içinde bulunduğu coğrafyaya göre oluşur, şekil alır. Hıristiyanlık bu topraklarda yaşayamaz. Geldiğiniz gibi gidin” dediğinde ne kadar haklı olduğunu her an daha da iyi anlıyoruz. Hem kendisi hem de aynı fikirlere haiz bu topraklarda doğan Türk birliklerinin din rüzgârlarının yeni yeni estiği yıllarda, yani 12. yy’lar da “Dinler insanların çevikliğini ve aktifliğini yavaşlatır…” diye hiçbir dini kendi içlerinde doğmasına, yaşamasına izin vermemiş.

İşte bu yüzden, Ataları Cengiz Han’a ve onun soyuna bağlı kaldıklarından, bugün hala bu topraklarda bildik din anlayışlarından eser yok. Belki de bu yüzden 1930’lar sonrası Rusların dinsiz bir yaşam felsefesi etrafında toplanan komünizmine birçok Rus’tan daha hızlı ve kolay sarılmışlar.

19 yy’ın devasal ülkesi Sovyet Sosyalist Cumhuriyetlerinden bir olmadan ama tüm Rus alışkanlıklarını tam olarak yerine getirmiş, Çin ile Rusya arasında tampon bir bölge olmuş ama bağımsız olarak kalmış Moğolistan.

Suvd’a yaklaşıyorum koltukta oturan 94 yaşındaki büyükbabasını ima ederek…

Hiç mezar görmedim Suvd. Ne yapıyorsunuz ölülerinizi diye sorduğumda, o da hem yanımızdaki büyükdedesine hem de uzun yıllar önce ölmüş büyükannesini hatırlayıp, uzaklardaki dağların eteklerine doğru gözleri biraz dolmuş olarak baktı. Dedesini gösterip, onlar kendi eşlerini o dağların eteklerine götürüp kurda kuşa yem olmalarının daha doğru olduğuna inanıyorlardı ve de öyle yaptılar… Ama bizler, şimdi biraz yakmaya, biraz da gömmeye başladık deyip birkaç mezar taşın bulunduğu ufacık bir köy mezarlığı işaret etti.

Şehirleşme, toplu yaşam artıkça kendilerine en yakın din olan Budist inanışlar etkisinde kalsalar da, bugün birçok Budist manastırı gün içinde dolup dolup boşalıyor olsa da Şamanizm her geçen gün tekrar eski gücünü kazanmak istercesine halk arasında hatırı sayılır bir şekilde tekrar yerini almaya başlamış. “Kocam!” dedi Suvd; “Buralı, Krakhorinli olduğu için çok koyu Şamandır ama ben Ulan Baturlu olduğum için biraz daha şehir etkisinde daha Budist’im dedi. Ama galiba her geçen gün kocama daha çok benzemeye başladım.” diyerek gülümsedi.

Biz de ona güldük, ruhumuzda yaşattığımız Şamanizm içerikli İslamiyet inanışlarımızı anımsayarak…

Erdene Zuu Manastı 1939 yılında Rus devrimi etkisinde fena halde zayiat görmüş olsa da bugün hatırı sayılacak kadar tapınak ve görsel zenginliği insanı büyüleyecek kadar fazla eşyalar barındıran bir açık hava müzesi şeklinde.

Bir kadın yavaşça manastırın önündeki düzlüğe dizlerini kırarak çömeldi. İki elini, avuç içleri birbirine bakacak şekilde birleştirip burnunun üzerine ve alnına diklemesine değdirmiş bir halde altın kaplamalı stupanın önünde yere kadar kapandı. Ellerini burnunu üzerinden hiç çekmeden o koca gövdesini eğildiği yerden, belinden aldığı kuvvet ile geriye doğru kaldırıp tekrar dizlerinin üzerinde çömelmiş olarak dua okumaya devam etti. Birkaç saniye sonra avuçlarını yana doğru yavaşça açmaya başladı ve gökte büyük bir daire çizerek bu sefer avuç içleri yere bakar vaziyette yere değdirip, çömelmiş pozisyonundan yüzükoyun yatar duruma doğru vücudunu kaydırdı. Avuç içleri vücudunun ağırlığı altında yerdeki çakıl taşları arasında ezilse de koyu ama ufak dudaklarından duaları eksik etmeden yüzü koyu kapandığı yeri öptü. Ellerini tekrar bir kartalın kantlarını açışı gibi yanlara açıp başı üzerinden ileriye doğru kaydırarak yerde up uzun bir halde yüzükoyun uzanıp kaldı. Böylece birkaç saniye geçirdikten sonra inancının bedeninde yarattığı güçle ve yere uzanırken ki yavaşlığında sanki etrafında bir sürü kuş varmış da, kuşları korkutmamak istemezmişçesine, bir ruhun kapalı bir kapıdan sızarken ki sessizliğinde havada tekrar doğruldu ve gene dizleri üzerinde durmaya başladı. Dizleri üzerinde dururken elleri ilk baştaki gibi avuç içleri bir birine bakacak şekilde burnu ve alnına dik şekilde tuttu ve aklındaki tüm duaları bu şekilde Budist Tanrılarına armağan etti.

Bize göre namazını kılıp bu sefer ellerini göğe açıp Şamanların Gök Tanrı Tengri’sine ve ardından da karşısındaki Budizm’in yaratıcısı Buda’ya duaların sunup, sonrada yüzünü sıvazlayıp diz çöktüğü yerden kalkıp manastırı bizimle gezmeye başladı…

Köşe başında yere açtığı bir keçe yaygı üzerine 4 aşık kemiğini yuvarlayan şaman hoca yanında geçen biraz önce Buda’ya dua eden kadına “nıç nıç nıç “diye birkaç kez iç geçirdikten sonra kendisine geleceği hakkında soru soran bir başka kadına bakıp yerdeki kemiklerin duruş şekillerinden elde ettiği önsezilerle başına nelerin geleceğini anlatmaya başladı. Anlatımını da yanında bulunan birkaç hayvan bacaklarını bağladığı uzun bir tespihi sallarken bir yandan da Tanrı  Tengri’ye bir şarkı mırıltıları eşliğinde yaptı.

Buda'nın 3. gözü ne kadar etkiliymiş diye düşünüyoruz… Her şeyin nasıl karıştığını ancak uzaktan 3. bir göz kavraya biliyor. Budizm ile Şamanizm'in iç içe yaşanmasının etkisin de kalan Moğolları düşünürken, İslamiyet içindeki Şaman alışkanlıkları ya da Hıristiyan âleminin değer verdiği kavramlarla İslamiyet’i meç etmiş Anadolu insanın davranışları gözümüzün önüne geliyor ve “Cengiz Hanı tekrar hatırlıyoruz.

“Dinler doğdukları coğrafyaya göre şekillenir…”

Yolun olmadığı izin bulunmadığı bir yerden Moğolistan’ın Batı tarafından GOBİ’yi 2 günde geçeceğiz. Moğolistan’ın Kazakistan’a sınırı yok. Çin ile Rusya Kazakistan’a birkaç km kala çeviri vermişler Moğolistan’ı.

Ama buna kızan Moğollar, “Ok atarsak kazak kuşlarını vururuz” derlermiş. Etrafta uçuşan kartal ve akbabaları gördükçe,  kimin kime yem olacağını pek düşünmek istemeden ilerliyoruz Gobi’de.

Bugünün akşamında, Londra, New York, gibi dünyanın sayılı önemli tarih müzelerini süsleyen Dinozorların fosillerinin bulunduğu Dinozorlar Vadisine gideceğiz.

Yolda İklim ve Esra kusmaktan telef oldular. İklim’i yolda tarla farelerini saydırarak oyalamaya çalıştık. Sonsuzluk içinde yolculuk etmek çok ama çok farklı bir tecrübe. Astronotları şimdi biraz daha iyi anladık desem yalan olmaz. Yaşamın anlamsızlığını hissetmek için çöl ideal bir yer. Sadece yaşama, beslenme ve üreme duyguları ile ölüm korkusunu içimizde hissederek geçirdiğimiz 2 günün sonunda boşlukta bulunmaktan aldığımız zevki tarif etmemeyi daha uygun buluyorum.

Ve tüm okurlarıma sadece bir temenni iletiyorum. Çölde Kutup ayısı ile karşılaşan Bedevi’yi ve daha birçok yaşam fotoğrafımı gözlerimin önümde geçmesini, kısacası kendimi daha iyi görebildiğim, doğumu bir acı, ölümü korksam da keyif olarak algılayabildiğim bir süreç yaşamamıza neden olan ama duaların sadece başka yaşamlar ile birlikte isen hayata bir anlam kattığını, yalnızsan ve yapacakların bir hiç ise kendini hiç gibi hissederken gerçek tanrının kendimiz olduğunu hissedebildiğimiz bu yolculuğu düşünüp derim ki;

Lütfen hayatınızda bir sürenizi bir çölde geçirin…

Ağustos 2013