Kharakhorin

Göktürk yazıtlarına doğru
Köpeğim Zeytin’in yanına ancak 3. yavrusunun doğumunun ardından gelebildim. Bacak arasından kayarak yere düşen 3 yavruda daha gözleri açılmamıştı. Rahim suyu nedeniyle ıslak oldukları yerde önce bir ters döndüler
sonra tek sıra haline geldiler. Yavaş yavaş annelerin baldırlarına tırmanmak isterlerken doğmaya çalışan 4. yavru nedeniyle kıvranan Zeytin, bebelerin yukarı çıkışını engelledi.
Bebeler, gözleri kapalı halde durdular. Anaları Zeytin, kendi doğumunu izlemek ve çıkan yavrulara güven aşılamak için onların enselerinden kocaman pütürlü diliyle yalayıp tekrar uzandı yere ve başladı ıkınmaya. 4.yavruda doğunca yorgunluktan bitkin halde sanki doğumun bittiğini biliyormuşcasına kafasını şap diye yere düşürdü ve hareketsiz kaldı… Yavrular, galiba doğum sırasına göre önce doğan en önde diğerleri onun peşi sıra tekrar doğdukları yere, analarını rahmine doğru ilerlemeye başladılar.

Zeytin kafasını çevirip onları biraz uzaklaştırdı rahminin girişinden ama yorgunluktan daha fazla bir şey yapamayıp tekrar yığılıp kaldı. Öndeki yavru, kapalı gözleri ile tırmandı anasının baldırına ve kafasını rahme sokmaya çalıştı. Önce burnu girdi, sonra kafasının yarısı ve öylece kalakaldı. Ardından 2. yavru rahme girmek için çıktı anasının baldırına ve oda burnunu sokmaya çalıştı ama sadece ucunu deydirebildi... Artık cenin pozisyonun da olmadıkları için ve birde hepsi birden saldırdıkları için ön ve arka ayakları ile kuvvet alarak girmek isteseler de çıktıkları yerde, analarının ıslak tüylü baldırında kayıyorlardı. Zorladılar kendilerini. Olmadı, durdular… Sonra, bir deneme daha yaptılar. Sonra nafile olduğunu anladılar. Son çıkan 4. yavru hiç denemedi bile.

Yavruların kimisi azını, kimisi çoğunu sokabildikleri kafaları ile ana rahminin ucunda tutunamadılar, yorgunluktan bitkin bir halde baygın bir şekilde tekrar zemine kaydılar. Artık dünyaya gelmişlerdi ve bir canlının yaşamı boyunca en güvenli ve en rahat anlarını geçirdiği ana rahmine geri dönüşleri olamayacağını kavramışlardı.

Artık dünyanın zorlukları ile mücadele etmek için birlik olmaları gerektiğini hissedip hep birlikte 4 kardeş, birbirlerine sarılarak ıslak zeminde gözleri kapalı uyuklamaya başladılar.

Bir el dürttü beni çömelip durduğum yerde. “Hey!” dedi yaşlı Bilge. Hiç mi duymadın? Yoksa duydun da hiç mi anlamadın? Hadi anladınsa hiç mi kavramadın yoksa? Kavradınsa da nedir bu halin? Hiç mi merak etmezsin doğduğun yeri?

“Ederim!” demiştim Bilge Khan’a da üzerinden 15 sene geçmişti. Belki ıslak olduğumdan, belki birlikte sarılacağım olmadığından bir türlü kaygan zeminde ayaklarımın üzerinde duramamış, bir türlü adımımı atamamıştım.

Şimdi galiba ayakta durabiliyorum. Galiba şimdi güç alabileceğim sarılabileceklerim vardı. Şimdi, doğduğumuz yerlere doğru bir adım daha atabilmenin rahatlığı ile yaşadığımız gerçek dünyadan ana rahmine gider gibi geçişte içinde bulunacağımız zaman tüneline, 10 saat sürecek İstanbul-Ulan Batur uçağında adımı atabiliyorum.

Doğuya doğru uçtuğumuzdan gece çabuk geçmişti. 5 saatlik saat farkı sebebi ile zaman tüneline girdiğimiz İstanbul daha geceyi devirmemişken, gün Ulan Batur da çoktan doğmuştu.

Gözlerimi parlak bir güneş ve mavi bir gökyüzü altında açıyorum. Aprondan sırt çantalarımızı sırtımıza geçirip,  yürüyerek çıkıyoruz. Boyu benim boyumun yarısını biraz geçen kırmızı yanaklı düz suratlı tatlı bir kız elini uzatıyor ve bizi, rahmin içine, doğduğumuz yerlere, Moğolistan’ın Orhon Vadisine götürmek için elimizi sıkı sıkı sarıyor ve hoş geldiniz diyor.

Esra uykudan çoktan kalkmış, gözlerini benden önce açmıştı. Sanki yaşayacaklarımızın bir saniyesini dahi kaçırmak istemeyecek şekilde etrafı kolaçan ediyordu. İklim ise aynı Zeytin’in doğan 4. yavrusu gibi daha dünyaya gelmenin farkına bile varamadığından sırtındaki kendi boyutuna göre yüklediğimiz sırt çantasına aldırmadan, “Baba çok uykum var, beni kucağına alsana” diye mırıldanıyordu…

“Doğduk İklim.” dedim. “Artık doğduk! Yapabileceğimiz tek şey sadece bir birimize sarılarak yürümek…”

Bayarmaa, 4 günümüzü geçireceğimiz, Rus yapımı haki yeşil jeepimizi gösterdiğinde önce biraz tırstımsa da 35 sene önceki çocukluk yıllarımda her hafta sonu piknik yapmaya gittiğimiz Muammer Amcanın Jeepi ile aynı olduğunu anımsayıp bu yolculuğun eskiden edindiğim alışkanlıklardan çok da farklı olmayacağına umarak arabaya atlıyoruz.

Ulan Batur havaalanı bugün Türkiye deki birçok havaalanından daha gelişmiş denebilir. Kendince güzel bir girişi ve kendince iyi denebilecek bir asfalt yolu ve ülkenin imajını pozitif gösterecek bir dizi reklam panosu eşliğinde yola koyuluyoruz. Panoların çoğunda turistlere hoş geldin mesajları yanı sıra, Moğolistan da ki bankacılığın ve buna bağlı olarak oluşan madencilik ve inşaat sektörünün aktifliği gösteriliyor.

Yol hala asfalt… Asfalt diyorum. Zira Moğolistan da yani Türkiye’nin 3 katı büyüklüğünde, 2,5 milyon km2’lik alanda 2 ana yol sadece asfaltmış diye okumuştum. Biri Moğolistan’ın doğudan, Kazakistan tarafından Çin’in Mançurya bölgesine bağlayan Batı-Doğu yolu, diğer Rusya’nın Sibirya yöresinden Çin’in başkenti Pekin’e bağlayan Kuzey-Güney yolu. Yani bir Hıristiyan hacı gibi + şeklinde bir asfalt yol dışında bu coğrafyada asfalt yol bulmak hayalden öte bir şeymiş…

Ulan Batura girmeden doğuya yöneliyoruz. Yol çok geniş ve asfalt. Şehrin 10 km kadar uzağında her sene yapılan Nandam şenliklerinin alanına daha rahat gidilsin diye yapılmış 4 şeritli bir yolda ilerliyoruz.

Nandam festivali Moğolistan’ın en önemli kültür etkinliği. Her yıl 11-13 Temmuz tarihleri arasında Önce Ulan Batur’da sonraki günlerde ise ülkenin diğer yerlerinde yapılan, çayır güreşi, ok-mızrak atma, at üzerinde bin bir çeşit gösteriler, deve güreşleri ve bölgesel folklor gösterileri eşliğinde halk, Ulusal Bayramlarını kutlarmış.

Biz tabiî ki ağustos ayında gidince buna yetişemedik ama yetişenlerden duyduğumuza göre 2,5 milyonluk Moğolistan’ın 500 bini Ulan Batur’da yaşadığından ve tüm halk bu festivali görmeye gittiğinden kalabalığa ne yol yetiyormuş ne de meydan… Halk da, turistler de neyin ne olduğunu anlayamadan kalabalık arasında kaybolup gidiyorlarmış. Bu nedenle halkı daha rahat festivale gitsin diye 4 şeritli yol yapmış devlet büyükleri. Ama bu yolun dahi aşılamadığı ve festival günü çok erken saatte gidilmez ise festivali göremeden yolda akşamı ediyormuş insanlar…

Şehir merkezindeki Rus etkisiyle yapılmış binaları saymaz isek, Başkente göçmüş Moğolların yaşadığı Ger denilen yuvarlak çadırların yan yana durduğu Ulan Batur’un biraz varoş tarzı mahallerini geçerek şehri yavaş yavaş terk ediyoruz.

Bayarmaa uzakta azıcık meyilli bir yere kurulmuş yüzlerce GER’i gösterip “Şu ortalarda ki tepesi kırmızı bezle kaplı olan bizim gerimiz.” dedi. Ailesini görmese de sanki duyacaklarmış gibi bir korna çalıp gülümseyerek anlatmaya başladı. Bugün her bir GER, içinde bulunduğu 1 dönüm kadar bir arsanın tahta veya briket tuğla ile çevrelendiği alanların içine kuruluyormuş ve her bir aile ki bunlar bazen anne-baba-çocuklar hatta büyük ebeveynler ile birlikte tek çadırda yaşayarak yaşamlarını geçiriyorlarmış. Aynı ger içinde hem yatakları hem mutfakları hem de misafir ağırlayacakları bölümleri varmış. (Detaylı bilgiler için Moğolistan Günlüğü:Yıldırım Büktel)

Ulan Batur; doğu yamacı biraz yüksek dağlarla çevrili ve korunaklı olsa da orta ve batı yakası tüm Moğolistan gibi step düzlüğü olduğundan, her an yağan yağmurlar etkisinde taşan nehrin yarattığı sel felaketinden gerleri korumak için az da olsa hafif meyilli, hani meyil dedimse birkaç km uzunluğunda ama 1 metreyi geçmeyecek bir yükselti farkının olduğu eğimli arazilere kuruluyormuş. Yüzlerce yıl, km2 ye 1 kişinin düştüğü ve her bir gerin diğer gere en az birkaç km uzağına kurulduğu yaşamlarını düşündükçe, son yıllarda şehre yapılan göçlerle ne kadar sıkışık, iç içe, hapishane şeklinde yaşadıklarının sıkıntısı Bayarmaa’nın suratından anlaşılıyordu. Gerçi bu her bir dönüme 1 adet gerin sığdırıldığı sıkışıklık mahalle tanımının bizler gibi dip-dibe, alt-alta, üst-üste yaşayanlar için bir refahlık göstergesi olduğunu göz ardı edemediğimizden esas Esra ile benim suratımızda acınası bir hal oluşmuştu…

Bayarmaa yine de gülümseyerek devam etti. Bir kardeşi, annesi, babası ve babaannesi ile birlikte 5 kişi kalıyorlarmış o çadırda. “Yok, canım!” diyemeden sustuk Esra ile yaşantımızdaki evimizi anımsayarak…

Yol boyunca tek tük bazen ahşap bazen briketten yapılmış benzin de alınabildiği, içinde daha çok bisküvi, konserve, votka ve çörek tipi yiyeceklerin satıldığı dinlenme noktalarından bir kaçında soluklanıyoruz. Yolumuz 400 km civarı. Ve birçok kereler sormama rağmen kaç saat süreceğinin net cevabını alamadığımdan akşama doğru varacağımız bilinmeze doğru yola devam ediyoruz.

Günün erken saatinde, ince bir sis tabakası sonsuz boşlukları kaplamıştı. Uçsuz bucaksız steplerin alttan gözüken yemyeşil çayırları ile üstten yansıyan elle tutulacak kadar yakınlıkta masmavi gök arasına yayılmış at sürüleri sanki kanat takmış, bulutların üzerinden süzülen melekler gibi görülüyordu.

İtalyan’ın Rönesanslında etkin olarak tasvir edilen kanatlı uçan at ve üzerindeki çıplak melekler kesinlikle 16 yy’da Avrupalı keşişlerin buralara yaptıkları geziler sonucu çıktığına eminiz. Yoksa ne Avrupa’da ne Anadolu’da bu tür bir görüntünün görülebilmesi mümkün değil.

Jeepimizde çalan yerel Moğol ezgileri ve bu ezgilerdeki at kişnemelerinin içimizde yarattığı bir yandan hırçınlık bir yandan süreklilik eşliğinde coşku ile yolculuğuma devam ediyoruz.

Birden ileride, gökte karartılar gözümüze çarpıyor. Yol hala asfalt ama sanki eğreti yapıda. Hani bir rüzgâr esse, bir su taşkını olsa hemen yok olup gidecek gibi. Ve git gide yoldaki çukurluklar artıyor ve büyüyor. İlerledikçe gökteki karartıların uçuşan kuşlar olduğunu anlıyoruz. Geniş bir daire çizerek havada bir aşağı pike yaparak iniyorlar, bir yukarı geniş kanatlarını çırparak çıkıyorlar. İlerledikçe kuşların kanat açıklıklarının genişliğinin bizlerin alışanlıklarımızın çok üzerinde olduğunu kavrayabiliyoruz.

Gökyüzünde 5 kocaman simsiyah akbaba, yerde yatan bir leşin tepesinde dönüp duruyor. Hiç biri yere konmuyor sadece leşe doğru pikeler yapıp yaklaşıyorlar ve tekrar yükseliyorlar. Havada dairesel uçuşlarına devam edip aşağıdakilere varlıklarını daha doğrusu ölümü hissettiriyorlar.

Yaklaştıkça yerdeki at leşinin etrafına toplanmış köpekler gözümüze çarpıyor. Uzun tüylü kocaman kafalı birkaç köpek daha şişmemiş yeni ölmüş atın bir orasını bir burasını parçalayıp birkaç et parçası alıp uzaklaştılar. At leşinin başında hiçbir canlı olmamasını fırsat bilen akbabalar hemen son pikelerini yapıp, koskocaman kanatlarını açarak yere kondular. Kafaları beyaz tüylerle kaplı Moğol akbabaları, her biri diğerinin kopardığı lokmada gözü olduğundan sanki yemek bitecekmişçesine bir kıskançlık eşliğinde kocaman kanatlarını açıp, uzun ve sivri eğri gagaları ile diğerinin ağzındaki kanları akan et parçasını almaya çalışıyor ya da diğerini korkutarak bir birlerine gövde gösterisi yaparak leşten uzaklaştırmaya çalışıyorlar.

Leşten bir parça koparan, yaşam sürecinde kendisini şanslı sayıp kavgadan gürültüden biraz uzaklaşıp ileride bir yerde keskin pençeleri arasına sıkıştırdığı leş parçasından gagaları yardımıyla etten parçalar koparıp yemeğe başlıyor.

Her bir lokma sonrası çıkarttıkları “gaaaaak” sesi sonsuzlukta önce bir bomba gibi patlıyor sonra yavaş yavaş uzaklara doğru yayılıyor.

Akbabaların, canlıların ölümlerinde sonrada bile doğa dengesinde çöpleşmeden yarar sağlayarak yok etmesini ibretle izliyoruz…

Öylece baka kaldık şehirlerarası yoldaki bu bizlere göre doğal olmayan manzara karşısında. Bayarmaa gördüklerimize olan alışkanlığı eşliğinde “Çok aç olduklarında bazen arabalara da saldırıyorlar.” dediğin de gözümüzdeki şaşkınlık biraz endişeye dönmeye yetmişti. Suratımızdaki garip bakışı fark eden Bayarmaa, “Daha çok kışın...” demekle yetindi.

Vahşi bir doğadaydık. Yer yer akbabaların yer yer doğan ya da şahinlerin birer tarla faresi avlayışlarını şaşkınlıkla bir o kadar da hayranlıkla izleyerek ilerliyoruz.

Sonsuz yeşillik ve boşluk hissi ile son birkaç saattir neredeyse hiç insan görmedik. Değil İstanbul’un kalabalıklığı, Ulan Batur’un bile bize göre sakin, kendine göre kalabalık yapısından eser yok. Yola en az 1-2 km uzaklıklara kurulmuş 1 ya da en fazla 2 ger ve etrafındaki onlarca, bazen yüzlerce at, keçi sürüleri eşliğinde ilerlerken yol bitiyor. Yol derken asfalt bitiyor. Saatime bakıyorum daha yola çıkalı 3 saat olmuş. Hemen hemen gideceğimiz yolu yarılamıştık ve bundan sonra galiba tozlu taşlı patika izleri üzerinden gidecektik.

Krakhorin (Horhorin veya Karakurum da deniyor) Cengiz Han’ın Moğol toplumunu yönetim şeklini devlet yapısına çevirmeye karar verdikten sonra devleti göçebe şeklinde yönetilemeyeceğini kavramasıyla, Moğolistan steplerinde suyun bol olduğu yaşanabilir Orhon Vadisi kenarına bir Başkent kurmaya karar vermiş. Hindistan ve Çin’den birçok mimar getirtip devlet yapısını işletebileceği bir kent yaratmış ama kendisi ailesi ve korumaları ile gene bu şehirde yaşamamış…

Kendileri için Krakhorin’in birkaç km dışında birkaç GER yaptırıp, özüne sadık olarak devleti yönetmiş. Şehirde ise devlet adına çalışanlar ile şehirde yaşamaya alışkın aşağı Asya insanları kalmış. Zaten Cengiz Han hayatının 20’ye yakın yılını savaşlarda, yollarda geçirmiş. En büyük akınlarında biri olan Semerkant kuşatmasında, Semerkant’a kadar ele geçirdiği 30.000 esiri, ordusunun önünde yürütüp Semerkantlı askerlere, kendi vatandaşlarını öldürtüp onların moralini bozdurtmuş. Ardından da Semerkant’ı ele geçirip içindeki tüm canlılar ile toplam 70.000 kişiyi öldürtmüş…

Batıya yaptığı saldırılar sonucunda elde ettiği korkunç ünü ve içinde yaşattığı başarı hazzı ile kendi gerine, Moğolistan’a dönüp oturmuş.

Yaşlanıp da ölümü yaklaşınca, dinsel tapınmanın bir yok oluşçuluğa doğru gittiğini bildiğinden ve dinlerin coğrafyaya uygun olarak şekillendiğine inandığından, Budizm etkisinin ilk etkilerin görüldüğü Moğolistan’da kendisine tapınılmaması için kimseye nereye defnedildiğinin bilinmemesini emretmiş ve en yakın adamlarına kendisini yok edenlerin nerede bıraktıklarını bilmeden sonsuz yeşil çayırlar ile masmavi gök altında bir yerlere götürülmesini ardından kendisini götüren askerlerin canını aldırılmasını emretmiş.

Biraz önceki akbabalar gözümün önüne geldi. Acaba Cengiz’i de böyle mi parçalamışlardı?

Canlı iken yüz binlerce canı gözü kırpmadan yok ettiği yetmezmiş gibi ölümünün ardından bile can almaya devam etmiş bu Kaan’a bugün bir Milletinin Efendisi olarak hala saygı ve sevgi ile anılmasına baktığımda Cengiz Han ile cennette mi yoksa cehennemde mi karşılaşacağımı düşünmeden edemiyorum…

Jeepin bir çukura girmesi ile İklim oturduğu koltuktan önce bir havaya fırladı sonra Esra’nın üzerine düştü. İkisi birden bir yandan şaşkınlıkla bir birlerine sarılmış halde biraz kıkırdamaya başlamışlardı ki, bir sonraki çukurun daha derin olmasını yarattığı etki ile ikisi birden benim üzerime yuvarlandılar. Kıkırdamalar gülümsemelere dönmüştü ki son darbenin daha da etkin gelmesi ile makaslı jeepimiz her ikisini önce benim üzerimden aldı ve sağdaki cama doğru kaydırdı. Ardından beni onların üzerine fırlattı. Her birimizin bir yerlerinde ufak morluklar oluşmuşsa da hiç birimiz içinde bulunduğumuz bu trajik-komik duruma kızamıyor hala Kharkorine, Atalarımızın doğdu yere Göktürk yazıtlarının bulunduğu Orhon vadisine bir an önce ulaşma isteğini içimizde yaşatarak katıla katıla gülerken koltuklarımıza sıkı sıkıya sarılıyoruz.

Daha popomuz, 15 saniye yerinden havalanmadan sabit koltuğa yapışık bir anı geçmedi. Bir hopluyor bir zıplıyoruz araç içinde.

Yol az gittik uz gittik türünden. Artık Dede korkut hikâyelerinden de uzun gelmeye başladı. Moğollar bir yerden bir yere giderken saat kavramlarını basitçe tarif ederlermiş. Sabaha, öğlene ya da akşama doğru gelinir yaklaşımı ile bizde güneşin ufka yaklaşması ile Krakhorine yaklaştığımızı hissetmeye başladık.

Bugün bir kasabadan pek bir farkı kalmamış ancak taşıdığı tarihsel önem nedeniyle milliyetçi Moğol milletvekillerinin çıkarttıkları bir yasaya göre 2040 yılında burasını ülkenin yeni Başkenti yapmayı isteyecek kadar anlamlı bir yerleşime geliyoruz.

Moğollar, Türk ırkından olmamakla birlikte kendilerini Göktürklerin bir kolunun devamı olduğuna da inandıklarından, tüm Moğol ve Türk Hükümdarlıkları da bu yöreden doğduğundan bu yerleşim onlar için çok büyük bir anlam taşımaktaymış.

Bu toprakların sadece onlar için değil, biz Türkler içinde yeterince anlamlı olduğunu vücudumuzun tüm hücrelerinde hissederek ana rahmine, atalarımızın doğduğu topraklara doğru yolculuk yaparken aniden bastıran şiddetli bir yağmur eşliğinde Türk Hükümetinin yaptırdığı -Bilge Khan Kara Yoluna - 50 km’lik asfalt yola sapıyoruz.

Zeytin’in yavrularının ıslak bedenleriyle anasını baldırından kayıp yere düşüşleri gözümün önüne geliyor birden. İçimde “Denemeliyiz” deyip Bayarmaa’ya “Gidebileceğiz değil mi?” diyorum. Evet dercesine başını aşağı yukarı sallıyor…

100 kadar at sürüsü yolumuzu kesiyor birden… Yola sanki yayılmışlar bizim ilerlememizi istemiyorlar gibiydiler. Sonsuz boşlukta, yağan yağmur nedeniyle kararan havanın etkisinde koyulaşmış çayırlara serilmiş bir at sürüsü asfalt yolun üzerinde hiçbir yere gitmek istemezcesine duruyorlar. Sanki bir doğum yaşanacakta onun için bizi bekletir gibiler.

Çok uzaklarda beyaz başlı bir kartal belirdi ve ne kadar hızlı bir şekilde uçabildiğini gözlerimizin önünde sergilemek istercesine jet hızında arabamıza doğru pike yaparak gelmeye başladı. Saniyeler içinde gözlerimizin zum yapma alışkanlığını dahi aşarak, önümüze geldiğinde onu net görememişken, bir karartı halinde, asfaltın kenarında duran bir yılanı hızlıca pençelerine takıp geldiği hızda göğe yükseldi. Ayaklarında sarkan çıngıraklı yılanla kara gökyüzü içinde gözden kaybolup gitti.

Hiç birimiz konuşamıyorduk… Atlar yavaşça bizlere yolu açmaya başladıklarında, Bilge Khan kara yolunun başında aniden oluşan kara bulutlarda kartalın peşi sıra gitmek istercesine yavaş yavaş dağılmaya başlıyor

Mavi gök yine kendini gösterince bu kısa ve ani hava değişimine İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ denir kızım diye bizim İklim’e bakarak gülümsüyoruz. Bizim ki hiç aldırmadan bir omuz silkip “Hııh işte” deyip uçan kartalın ve dağılan kara bulutlara doğru kafasını çeviriyor.

Artık yorulmuştuk. Yorgunluktan kayarak da olsa Orhon Vadisindeki, Göktürk Kaan’ı Bilge Khan’ın, içinde ilk TÜRK kelimesinin geçtiği atalarımızın yanına, onların ilk yazıtlarına gelebilmiştik.

 “Tanrı gibi Tanrı yaratmış Türk Bilge Kağanı,… …Üstte mavi gök, altta yağız yer kılındıkta, ikisi arasında insanoğlu kılınmış. İnsanoğlunun üzerine ecdadım Bumin Kağan, İstemi Kağan oturmuş. Oturarak Türk milletinin ilini, töresini tutu vermiş, düzene soku vermiş. Dört taraf hep düşman imiş….”

Taş yazıtlar ve arkeolojik kazılarla bulunmuş Bilge Khan’ın olduğu tahmin edilen saf altından bir taç ve birkaç altın kolye, takı ve birkaç insan iskeletleri atalarımıza ölümden sonrada ulaşmamızın hazzını içimizde yaşatıyor.

Artık içimiz de dolu ruhumuzda. Hani derler ya yaşamakta amacımız nedir? Hani Anadolu’nun Yunusu sormuş hiç durmadan, aramış aşkı-sevdayı, bizde aynı durumdayız şu anda. Ama galiba biraz aradığımızı bulmuş aşkımıza, ecdadımıza değebilmiştik.

Ben biraz kafamı, Esra biraz burnunu değdirerek doğduğumuz yerlerin kokusunu ruhumuza çekerek Göktürk yazıtlarını okuyup birkaç onlu dakikalar geçiriyoruz.

Sonsuz bir çayırda yemyeşili ile gök mavisi arasına kondurulmuş bu yazıtlara son bir kez değip Krahhorin’e bu geceyi geçireceğimiz Suvd’un ger kampına (http://horsetripganaa.com/) gidiyoruz.

Suvd ile gelmeden yazışmıştık. Bir şey bizi birbirimize çok çekmişti. Sanki yıllardır birbirini görmeyen 2 kardeş gibi heyecanlı bir haldeyim. Galiba oda aynı haldeydi ki, kendisi bizi Ger kapın kapısında karşılıyor ve sanki yıllardır tanışıyormuşçasına bir birimize sarılarak hoş geldin diyoruz. Esra ile hiç yazışmamış olsa da aynı samimiyet içinde kucaklaşıyor Suvd ile. İklim biraz yorgun ama 1 hafta önceden hazırladığı, Suvd’un çocukları ile oynayabileceği oyuncakları yanında getirdiğinden bizden önce arabadan atlıyor ve bir koca kutuya sığdırdığı birçok oyuncağı, bebeği arabayı, treni Suvd’un çocukları ile paylaşıyor.

Çocukluk güzel bir şey… Hiçbiri, bir birinin dilini anlamasa da ortak dil olan çocukça dilini kullanıp başladılar yeşil çayırlarda oynamaya, koşturmaya.

Suvd hemen içeri koşup bize kenarları kırmızı bakır tellerle süslenmiş gümüş bir tasta ayrak (kımız) getirdi. Saygımız gereği hepimiz ardışık olarak aynı tastan içiyoruz. Ben birkaç yudum aldım. At sütünün binlerce kez dövülmesiyle birkaç gün ve gece gerlerin kapılarını kenarlarına asılarak ekşitilmek suretiyle hafif alkolleşmeye başlamış yada ekşitilmiş bu Moğolların milli içeceğinden, Esra sadece bir yudum almakla, İklim ise sadece tasa dudaklarını değdirmekle yetindi.

Suvd halimize bakıp gülüyor. Atlarınız bununla beslendi diyor…

Kampımız 5 gerden oluşuyor. Bunların biri mutfak ve yemek hane olarak kullanılıyor. Diğerleri gelen turistlere… Akşam yemeğimizde biraz at eti, biraz Moğolların ayrağı biraz patates, biraz havuç biraz makarna var

Yorulduk! 10 saat uçak yolculuğu üzerine 10 saatlik araba yolculuğunun sersemliği yanında yaşadıklarımızın mutluluğu bizleri daha çok etkilemişti. Uzaklarda kırmızı olsa da hala mavi bir renkteki gök ufkunda batan güneşin ardından bizlerde gerimize girip deliksiz bir uykuya dalıyoruz.

Rüyamda 15 sene önce yitirdiğim labrador cinsi köpeğim Zeytin’i gördüm. Kocaman diliyle başımı yalayıp Esra ve İklim’in, üçümüzün arasına kıvrıldı. Sanki şimdi hepimiz huzura ermişliğin rahatlığında hep birlikte bir birimize sarılarak, bir birimizden güç alarak uyumaya başladık.

Ağustos 2013