Dünyanın diğer yarısı - İsfahan'da yaşananlar

Saatlerdir yoldayım. Şiraz’ın İrem Bahçeleri arasından kıvrılarak geçip, Persleri Batıya bağlayan Kuran kapısından çıkalı neredeyse 6 saat oldu. Yol üzerindeki Persepolis’i dün gördüğümden önünden geçerken büyük Pers İmparatoru Darius’a tekrar selam etmiş ve yarı çöl içinde kaybolmuştuk.
İçeriye en ufak bir ışık sızmayacak şekilde perdeleri kapalı bir otobüs içinde “Nefse-Jahan’a” yani -Dünyanın Yarısı- sayılan İsfahan’a doğru yolculuk yapıyorum. Neyse ki koltuğum pencere kenarı... 

Hava boşluğunda düşmeye başlayınca önce koltuğumdan tavana doğru ani bir ivme ile zıplayınca irkilerek uyandım. Kemerim bağlı olduğu için yerimden kımıldayamamıştım ama bir kaç aci inleme sesleri kulağıma çalınıyordu. Hostesler tepemizde açılan el bagaj kapaklarını bir tarftan kapatmak için uğraş verirken sallanan uçakta üstümüze düşmemek için büyük bir uğraş veriyorlar...

İçimde ki Şeytan’ın bu coğrafyada beni daha sık dürtmesine pek bir anlam veremiyorum. Her türlü yasak olan konuyu yapma isteğimin artmasına neden “Ben miyim?” yoksa içimde ki Şeytan mı olduğunu daha kavrayamadım. Dünyanın her yerinde, o bölgede yaşayanların kendi kendilerinin oluşturdukları, dışarıdan bakanlar için “baskı”, içeride yaşayan için “örf ve adet” denecek toplumsal davranış biçimlerine boyun eğmeyip yaşam sınırlarımı zorlamış olmanın gururuyla içimde ki Şeytan ile el ele verip perdeleri sık sık açıyor ve içeri gün ışığını sokuyorum. 

Araba içinde peçeli kadınlar, peçeleri arasından yemeğe çalıştıkları poçaları ve içmeye çalıştıkları sodalı ayranı, suyu, bazıları kuçaklarına döküyor bazılar da sanki peçeleri vücutlarının doğal bir parçasımış gibi en ufak bir rahatsızlık duymadan yemeklerini yiyorlar. 

Halk arasındaki bu baş bağlama farklılıkları, İran toplumunda da farklı seviyelerde bir kapalılık inancının yaşandığını gösteriyordu. Dünkü Persepolis gezisinde bir kaç İranlı genç ile yaptığım kısa sohbetlerde, kapalı kızların da onlara eş, arkadaş olacak erkeklerin de bu tarzı içten içe benimsedikleri ve bunun bir örf adet olduğunu, kızlı, erkekli ikili ilişkilerde, çok da bir sorun yaratmadığı dile getiriyorlar ve kapanmaya zorlandıklarını hissettirmiyorlardı. 

Neden karayı seçtiklerini tam kavrayamadım ama “Karaçarşafın” İran kültürünün bir rengi olduğunu ve bizde ki rengârenk folklorik kıyafetlerin buralarda yerini karaçarşafa bıraktıktığını görmek, hatta karayı diğer renklere tercih eden genç bayanlarla çekinmeden gülüşüp, yanlarında ki eşleri veya erkek arkadaşları ile sohbet etmek beni hayli şaşırtmıştı. Ama her ne olursa olsun, içlerinde ki şeytani his, yani “açılma isteği” sık sık ortaya çıkıyordu. 

Belki de Farsi kızların bu “açılma isteği”, rengârenk işlemeli kıyafetler giyip başına sıra sıra beşi-bir yerde altın takılar takan Anadolu kızından, firkete ile ince bir tül kondurarak uzun saçlarını örtmüş erkeğinin önünde süzülen Kafkas gelininden, kıpkırmızı yanakları, uçlarından gümüş paralar sarkan takkesi ile çenesi arasına sıkıştırmış Bengi yapan Egeli bir genç hanımın açılma isteğinden, yani karşı cinsi cezbetme arzusundan hiç de bir farklılık göstermeyecek kadar insani bir duyguydu. 

Ancak karaçarşaf yerine daha açık renkte başbağlamış olanlar veya daha şık ve açık olmaya çalışanlar, birçoğu Türkmen asılı, ya da Pers Kökenli kızlar, kendilerine sonradan giydirilen bu toplumsal baskı kıyafetini, vücutlarına eziyet ettikleri inancıyla ortalarda dolanırlarken içlerinde ki Şeytanı benim içimdeki Şeytan ile buluşturmak için açılmayı uygun gördükleri her yerde, her an, zeytin gibi kara gözlerini süsleyen sırım gibi parlak kaşlarını ve suratlarını bana sunmaktan hiç mi hiç çekinmiyorlardı. 

İsfahan yolculuğu boyunca bir kaç saattede bir yanımda ki koltuğa oturan değişti. Önce yaşlı bir İranlı, sonra iri kıyım bir İran askeri en sonunda da ortasından geçen Zayandeh-Rood nehri sayesinde, suyun hatırına daha bohem bir hayat yaşayan İran’ın modern yüzünün simgesi, İsfahan’lı bir Ünverisite öğrencisi yanıma oturdu. 6 saat süren bu Şiraz - İsfahan yolculuğunu, kaşları siyah sürmeli, uzun ve kalın kirpikli, zeytin gözlü Farsi bir kızla yapmayı yeğlememe rağmen, 3 farklı erkek ile tamamladığım yolculuk yavaş yavaş sonlanıyordu. 

Yol tabelalarında ki Latince rakamlardan İsfahan’a 50 km kalmış olduğunu anlıyorum. Yol hala yarı çöl. Otobüs son 1 saattir çok yavaş ilerliyor. 

Geçtiğimiz askeri kontrol noktalarında bir kaç kez hüvvyet kontrolü yapıldı. Bir tanesinde, arka koltuğumda oturan biraz paçoz bir adamı indirdiler. İçimi bir korku sarmıştı ki yanımda oturan asker, kendinden emin bir halde otobüsü kontrol eden diğer askere kaş göz işareti yapınca içimdeki korku daha belirsiz şekilde artmıştı. 

Sonradan öğrendim ki, son günlerin pek moda konusu olan İran’nın nükler tesislerininin olduğu bölgede ilerliyormuşuz. Bu nedenle İsfahan yakınlarında ki bu bölge, her an tayakkuz durumunda. Yol kenaralarında, her bir kaç km’de bir, bir uçak savar, her an bir saldırı olacak gibi silah başında ki askerler, elleri tetikte bekliyordu. 

Yaptığımız bu ağır aksak yolculuk içimi daraltmayı yetti. Hani İsfahan refahlık diyecek oldum. Sustum... 

Burası; son 2.500 yıldır bir o tarafa bir bu tarafa yanaşan yönetim şekilleri ile ortasında yaşam alanı olmayan Lut Çölünün etrafına toplanmış Pers, Türkmen, Arap, Kürt çocukların oluşturduğu karmaşık bir İran coğrafyası deyip geri çektim beynimdeki bu anlamsız düşünceyi... 

İran, Dünyada Monarşi yönetimini ilk kabul etmiş, hatta Persler zamanından, 2.500 yıl öncesinden beri Federe Devlet anlayışında, bir aşağı İran çoğrafyasında etkin, bir yukarı İran çoğrafyasında etkin liderler tarafından yönetilmiş. Bölgelerinde hüküm süren Krallar, kendi egemenliğini devam ettirmek isterken bazen yukarıda ki aşağıdakine, bazen aşağıda ki yukarıdakine gerekli tavizler vermiş, bazende it iti ısırmaz denklemine bağlı olarak başta ki diğerinin yediği haltları görmezden gelerek hegemonyasını devam ettirmiş. 

Bu tavizlerde kantarın topuzu diğer tarafa fazlaca kaçınca da bazen Persler (Aşağı İran Halkı), Medianların (Orta İran Halkının), bazende Medianlar, Perslerin tepesine binivermiş. Ama şimdiye kadar bu çoğrafyada bugün nufusları 18 milyon’a ulaşmış Türkmen ve Türk asıllılar ne Medianların ne de Perslerin tepesine binemeden ama onlardan da kopamadan yüzyılardır İranlıların hegemonyasında bu topraklarında Batıya özenerek yaşamışlar. 

Son yüzyılda da bir zamanların Medianları, yerlerini Mollalara bırakıp aşağı da yaşayan Perslerin çocuklarına, Kuzeyde yaşayan Atatürk hayranı Türkmenlerin torunlarına, Batıda yaşayan Kürtlere günün koşularında gereken baskıyı yaparak egemenliklerini sürdürmeye çalışıyorlar diye düşünürken ne kadar kendi ülkemin, Anadolu Coğrafyasında yüzyıllardır yaşananlara benziyor diye düşünmeden edemeyip, İran burası deyip beynimde ki gereksiz yargılama düşüncelerimi geri çektim. 

Son 50 km’de, yanımda ki Asker, son askeri kontrol noktasında indi. Asker burada görevli mi yoksa bu özel bölgede otobüs içini kontrol eden bir gizli ajan mı olduğunu (Askeri kıyafet ile ne gizlilik ise...) anlayamadım. 

Dik yamaçları olan çöl içi dağlarını ve askeri kontrol noktalarını ve mitrayözleri geride bırakarak yavaş yavaş daha yeşil olduğu etrafda yetişen ağaçlardan anlaşılan İsfahan’a yaklaşıyoruz. Kendimi birden Van’dan Çaldıran yolu üzerinden Tendürek dağlarını aşararak yaptığım Doğubayazıt gezimde hissettim. (http://blog.milliyet.com.tr/Sinirlardaki_Dogubayazit/Blog/?BlogNo=207396) 

Yanımda ki gençle bir kaç kelime ederken otobüsümüz garaja giriyor. Koltuk arkadaşım Nesim, biraz beleşe şehre gitmek istercesine “Belki size yardımcı olabilirim” diyerek taksiye benimle birlikte biniyor. Şehre yaklaşırken bu ülkede sık sık aldığım 3. ev davetini red ederek taksiyi terk etmeden otel arıyoruz. Özelikle Türk olduğumu anladıklarında, biraz da bizlere hayran olan bu ülke insanının gerek Tebriz’de, gerekse Şiraz’da aldığım ev davetlerinde misafir perverliklerinden şüphe etmiyorum da, fazla maceracı bir ev davetine sürüklenecek kadar kendimi hazır hissetmediğimden davetleri red ediyordum. 

İsfahan’ın kalbi İmam Meydanı çevresinde birçok otel vardı. Taksici, Nevruzda bir otelde yer ayarlamadan buralara geldiğim için biraz şaşkın, “Sana nereden otel bulacağız?” deyip duruyordu. Her dolu otel ardından taksiye binerken bir yandan şöföre rica minnet başka yerler bakalım diyor bir yanda da Nesim’in “Bize gidelim...” davetine nazikçe itiraz ediyordum. 

Neyse ki 3. denemede yer buluyoruz. İmam Meydanına açılan ana cadde üzerinde, meydana bir kaç adım uzaklıktaki Sadaf Hotel beklentilerimin üzerinde bir güzellikte ve dolayısı ile o seviyede pahalılıkta... Ancak ben diğer binlerce sokakta, çadırlarda yatan İranlılar gibi yatamayacağım için (çadırım olsa kesin yatardım) otele girip, güzel bir banyo ardından kısa bir kestirme yapıyorum. 

Artık alıştım... İran’da halk soğağa akşamüzeri çıkıyor. Gündüzün sıcağını, acemi İranlı yerli turistlere ya da sokaklarda çadırlarda yaşayarak Nevruz tatillerini geçiren kalabalık ailelerin çocuklarına bırakmış her akıllı yetişkin, çadırlarının içinde öğle siestası yapıyordu. 

Hava alaca karanlıkken, düne kadar adı “Nakş-ı Cihan” yani “Dünya'nın Resmi” adıyla anılan, Unesco’nun koruma listesinde bulunan 67.000 m2’lik çimenlik bir alan içinde 100 metrelik havuzu ile adı İslami Devrimden sonra İmam Meydanına devşirilmiş davasal meydanda soluğu alıyorum. 

Doğunun, hatta belki de dünyanın, etrafı çevrili en büyük ve düzenli meydanına burası. Meydanı çevreleyen surların içinde ortada yürüyüş yolu 2 tarafında da dükkânların olduğu bir çarşı var. Dışarıda bardakdan boşanırcasına bir çöl yağmuru yağarken, kapalı çarşı tarzı dükkânların içe bakan kapıları sayesinde yağan yağmurda ıslamadan herkesin alışveriş yaptığı İsfahan Kapalı Çarşısında geziniyorum. Dükkânların dışa, meydana bakan kapıları şimdilik yağmurdan kapalı. Binlerce İranlı ile çarşı içinde gezinirken kâh halıcılara, kâh bakırıcılara kâh aynacılara, oymacılara bakınarak gece yarısını ettim. Karnım açıktı... 

İran’da halkın eğlence mekânı pek sokak olmadığı için lokanta konusunda da zayıflar. Ufak büfe şeklinde ki kebap ve piliç çevirme, lokma ve börekçileri saymazsak pek lokanta var demek doğru olmaz. Ancak, yokluktan mıdır bilemeyeceğim ama bugüne kadar yediğim en lezzetli kızartma tavukçular da buralarda toplanmış gibiydi. Belki de bizdeki gibi sıkma bir yaşantı ile hareket etmeden kümeste büyütülen tavuk yerine, hala sokaklarda, topraklarda eşelenerek büyüyen tavukların lezzetli etleri bu keyfi bana yaşatıyordu. 

Yağan yağmur durunca ışı ışıl İmam meydanından geçip kendimi otele atıyorum. Yarın önemli bir gün. Yeni yılın ilk Cuması... Adı din ile anılan her ülkede olabilecek hassaslıkta bir etkinliği burada, hem İran’nın hem de İsfahan’nın en önemli mabetinde, 6.000 İranlı ile beraber 17 yüzyılda yapılmış eski adı “Şah” yeni adı İmam Camiinde geçireceğim. 

Sabah, iyi bir kahvaltı sonrası kendimi gene Meydana atıyorum. Cuma namaz vaktini dünden kontrol ettim. Saat 13:15’de ezan okunmuştu. O saate kadar önce meydan çevresindeki Bazaar-e Esfahan’ı ve meydana bakan Naghsh-e-Jahan kulesini, çevresindeki Chehel–Sotun Palace (Sütünlü Saray) ve geniş parkını, çevresinde ki Hast Bedestenini, Chachar Medresesini Nevruz’da İsfahan’ı gezen İranlı turistlerle itiş kakış bir şekilde gezerek Cuma vaktinin gelmesini bekliyorum. 

Saat 12’ye doğru tekrar meydana dönüp, meydanı kaplayan çimler üzerinde Şeyh Lütfullah caminini masmavi işlemeli kubbesinin ışıldayan parıltıları eşliğinde, yer demir gök bakır karışımındaki renkleriyle ince mozaiklerle işli girişi kapısının karşısında, son kalan ton balık konservemi diğer İranlılar gibi çıplak ayak bağdaş kurarak oturduğum çimenler üzerinde yiyorum. 

Güneş pırıl pırıl parlıyordu. Yoruldum son 6 gündür hiç durmadan koşturmaya, bir oraya bir buraya gitmeye... Artık ben de biraz İranlı olunca, çıkardığım ayakkabılarımı bir torbaya sarıp baş altıma yastık gibi koyup, çıplak ayaklarımdan negatif enerjinin toprağa aktığını hissederek ortalığı kavuran güneş altında yere serdiğim battaniye üzerinde biraz kestiriyorum. 

Saat yaklaşınca İmam camiine doğru yönleniyorum. Her yörede, o bölgede yaşayan insanların duygularıyla oluşturulmuş dinsel yapılar, bana her zaman büyük bir huzur vermiştir. Önce kiliseye ardından müzeye dönüştürülen Emevilerin Cordoba Caminde, Hristiyanların baş mabedi Vatikanda daki St. Peter's Basilica’sında, Edirnede ki Selimiye Caminde, Cordoba’nın tersine önce camiye sonra müzeye dönüştürülen Ayasofya Kilisesinde, Musa’nın ölmeden önce son duasını yaptığı Ürdün’nün Nebo dağındaki Sinegogunda, Lhassa’da Potala Sarayının karşısında ki Jokhang Budist tapınağında, Allaha, Tanrıya, Rabbe, Rahman’a ulaşmak için dua ederken neler hissettimse şu anda Isfahan’da da, Şah Abbasın 17 yüzyılda, 25’senede bitirilen camisinin kapısında içeri girerken o ulu güce ulaşmanın ferahlığını daha şimdiden içimde hissederek içeriye süzülüyorum. 

Bugünün özelliğine ve yöreye tipim pek yakışmadığından, biraz da tipimin kayık olmasından benim İranlı olmadığımı anlayan camii görevlileri önce beni etrafta dolalan bir kaç başka dine inananlardan zannedip içeri sokmak istemediler. İçimize açılan yollar, “Ona” ulaşma isteği ve nedeni her birimiz için farklı olsa da, aynı yöne, aynı araçla gidelmese de, her isteyenin “Ona”, istediği her hangi bir yerde ulaşabildiğini bildiğimden, hiç çekinmeden yaşadığım ülkenin bana verdiği etiket sayesinde pasaportumu gösterip içeri süzüldüm. 

Lacivert pasaport üzerindeki ay ve yıldız, bu güne kadar gezdiğim yerlerde Türk Cumhuriyetinin Türklüğünden çok Hilal sayesinde İslami etkisinin avantajını daha çok hissettirmiş olduğundan içimde alevlenen biraz buruk, biraz karşık duyguları eşliğinde bir kaç dönümlük camii avlusuna çıkıyor ve etrafıma aval aval bakınarak yolumu bulmaya çalışıyorum. 

Üzeri kapalı iç mekânın taş zemini, ülkenin çeşitli yerlerinden getirilmiş el halılarıyla kaplıydı. Dış taş avluya ise yenidünyanın makina halıları yeni seriliyordu. Cami içinde hızlı bir telaş var. 1 saat sonra Tanrıya ulaşmak için bu camiye geleceklere kullandırılacak bu yüce mekânın hazırlıkları tüm hızıyla devam ediyor. 

Sarı ve mavi duvar boyaları ile kaplı iç mekâna ilerliyorum. Her zaman yaptığım gibi bir yandan burada yaşayanlarla olmak için şimdilik boş olan caminin ön saflarında kendime bir yer seçmeye çalışıyorum. Mihrabın bir kaç adım gerisinde, kasketimi ters çevirerek, Züürt Ağa şeklinde, ellerim önden bağdaşık, utangaç bir çocuk edasıyla, hem hocaları görebilecek kadar yakın hem de göze batmayacak kadar kenar bir mekânı gözüme kestimeye çalışıyorum. Geniş tavan kubbesini tutan, sarı, mavi, beyaz cinilerle kaplı sütün ayaklarından birinin dibine kıvrılıyorum. 

Camiiyi hazırlayanların telaşı bitmedi. Bir kaçı bana bakıp kim bu gibilerinden beni süzse de, pek aldırış etmeden kürsü etrafını hem süslüyorlar hem de tüm ülkeye canlı yayın yapmak üzere mikrofon, hopörlör ve görüntü tesisatlarını kuruyorlardı. 

Bir kaç adam, bizlerin Taksim meydanından bildiği, gösteri alanlarını diğer alanlardan ayırmakta kullanılan demir paravanları tek sıra halinde en ön saf ile geride ki safları ayırmaya başlayınca biraz irkildim... 

Bir ayrım varsa, bir sebebi vardır öğretisi ile etrafıma bakınırken, aynı paravanların 10 veya 12. saflarda da tek sıra halinde dizilmeye başlandığında bu ara bölmede kaldığımı kavrayınca irkilmem endişeye dönüştü. 

Bu coğrafyada, inaçlarımız ve ulaşmak istediğimiz “son” aynı olsa da ulaşırken kullandığımız araçların farklılığıyla kendimi ne en ön saftakiler kadar elit, ne de paravanla çevrilmiş bir arka gruptakiler kadar özel hissetmediğimden hemen 2. paravanın arkasında başka bir sütün ayağı ile başka bir duvar arasına, halktan insanların olduğu yere geçtim. 

Saat 13’e doğru önce benim olduğum bölgeye halktan olduğu her halinde belli olan insanlar doldurmaya başladı. Saflar doldukça arkaya doğru büyüyen kalabalık gerimde bir 5–6 bin kişilik bir İslam ordusu oluşturmuştu. 

Önümde ki 2 paravanla çevrelenmiş kısımda tek-tük bir kaç kişi olsa da en ön saf şimdilik bomboştu. Saat 13 olduğunda sayıları yüzleri bulacak kalabalık bir grup, yan kapıdan gelip bir tusunami dalgasının hızında önümde ki kendilerine paravanla ayrılmış ara bölmeyi doldurdular. Bir askeri yönetim tarzında, kendilerinden emin bir şekilde birçoğu uzun sakallı bu cemaat, gerek seçilmişliğin göstergesi olan cüsseli vücutlarıyla, gerekse giyindikleri ütülü ve bilekleri kolalı çoğu kahverengi bir kısmı zeytuni yeşil, pek azı gri cübbeleri ile kendilerini diğer halktan ayrıt etmeye çalışıyorlardı. En ön kısım hala boştu... 

Kürsiye çıkan Ahmedi Nejat çeketli genç bir adamın, Farça bilmediğimden bana göre dua okur gibi gelen konuşması ardından paravanla ayrılmış orta gruptakiler birden “Allah, Allah” sesleri ile bir sağa bir sola hızlı hızlı salınmaları ile başlayan haykırışları eşliğinde biz arka gruptakiler gazı almıştık. 

Tüm cami yavaş yavaş öndekilere eşlik etmeye başlayınca ben de toplumsal davranış pikolojisinden kendimi soyutlayamayıp olabildiğince kimseyi rahatsız etmeden ulaşmayı hedeflediğimiz “O” ulu güce yaklaşmak için başka bir araç kullanırken yaşanabilecek bir acemilikte yol almaya, yani sallanmaya başladım. 

En ön saf hala boştu. Kısa süren bir kaç “Allah Allah” naralarının bitiminde ön saflara kıyafetlerinden çeşitli Müslüman ülkelerin temsilcileri olduğu her hallerinden belli, Esmer, Zenci, Arap, Farsi, Bangladeşli, Endenozyalı, Kenyalı, Etiyopyalı elçiler, ülkelerine has yerel kıyafetleriyle, en ön safha tek sıra halinde geldiler ve yerlerine bağdaş kurup oturdular. 

Kürsüde ki hoca, son gelenleri ve en başlarında oturanı selamlayarak kürsüden inmeye başladığında, Nevruz’un ilk cumasında, canlı yayın yapan İran Ulusal kanalının tüm kameraları yerinden yavaşça kalkmaya çalışan elit grubun en başında ki Ayetullah kıyafetli, uzun kahverengi cüppeli ve kahverengi sarıklı, uzun gri sakallı yaşlıca bir Molla’ya çevrilmişti. 

Bu sefer de kullanılan cümleleri anlamadığımdan bir kaç çeyrek dakika Mollanın vaazını hep birlikte dinlemeye başladık.Uzunca süren bir vaaz sonrası kol saatime çekinerek baktığımda saat 15’e yaklaşıyordu. Cami hınca hınç dolu ve tüm camaat, burada bulunmaktan mutlu oldukları her hallerinden belli, askeri bir sadakatlıkta ve sakinlikte vaazları dinliyordu. 

Beynim, vücudum, özellikle ayaklarım bu kadarına alışık olmadığı için bir sağa bir sola kıvırarak karıncalanmasını gidermeye çalışıyordum. 

Bir kaç dua veya konuşma arasında orta kısımda benim için olmasa da oradaki halk için çok daha anlamlı o özel ruhani gruptan çıkan “Allah Allah” edaları ardından, tüm cami tek bir ağızda “Allah Allah” naraları atıp salınırken, o özel ruhani tim, tüm cemaati kendi peşlerinden sürüklemenin verdiği haz ile geriniyorlar ve ardında da daha içten sağa sola salınıyorlardı. 

Son 1 saatte bu şekilde geçti... 

Kortum bir ara... 

Sonra çok bildik, tanıdık bir name kulaklarımda çınlamaya başlaması ile içimdeki sıkıntı birden yerini bir huzura bıraktı. 

Bu, benim de bildiğim bir ezan sesiydi. Kısa bir süre sonra biraz rahatlamış olarak etrafımdakilerin harekelerini izleyerek toplum içinde yerimi bulmaya çalışıyordum. 

Bir topumsal hareketin ne kadar anlamlı olabildiğini, bir bireyin korkunun etkisinde, toplumsal davranış dışında kaldığında ne kadar yanlız ve aciz olduğunu yaşadığım bu bir kaç saat içinde her şey, her olay bana dinin etkisini daha iyi hissettiriyordu. 

Namaz başlamış ve tüm cami ayağa kalmış ellerini kulak arkalarından sıvazlayarak tekbir getirmeye başlamıştık. Kendimce bildiklerime göre bir hata yapmadan namazı kılmayı hedeflemişken ellerimi karnımın üstüne bağlamak için indirdiğimde tüm caminin “Allahu Ekber” eşliğinde gelen hayır duasının ardından herkesin avuç içlerini göğe bakacak şekilde göğsünün üzerinde havada asılı tutması ile ben yaptığım farklı hareket nedeniyle birden donup kaldım. 

Benim namaz, namaz sayılırmı artık bilmiyorum... Ama çekingenliğimden ve birde biraz utandığımdan o ulu güce ulaşmak adına çıktığım yolda bir adım dahi gidemeden kendimi olduğum yerde sayıklarken buldum. Yanımdakiler benim şaşkınlığımdan namazları bozulmadıysa da göz ucu ile göbek üstünde ellerimi bağlamamı seyrettiklerinden kesin namazları sakatlanmıştı. 

Bir sonra ki lekâtlar bitesiye kadar, tüm hareketleri copy-past usulüyle çevremdekileri süzerek yaptığımdan, benim namaz kabul olmadığı artık kesindi. Şaşkınlığım biraz utançtan kızarmama neden olmuştu ki, secde ederken alınlarını halı yerine inançları gereği toprağa secde etmeleri gerektiğinden yanlarında getirdikleri mühürlere (sıkıştırılmış toprak) secde eden Şiiler gibi secde etmeyip alnımı halı üzerine değdirdiğimde kızarıklığım artık sırtımdan soğuk terler boşaltmasına sebep olmuştu. 

Tüm bunlar yetmezmiş gibi namaz bitiminde ben önce sağa sonra sola selâ verdiğimde kafamı sola döndürür döndürmez herhalde Şiilerin sola dönerek selâ vermediklerinden soldaki adamın sağa, yani bana bakan donuk suratı ile karşılaşınca, benim başka yerden gelmiş, şaşkın ve göçmen bir kuş olduğumu anlayan sol komşum bu kadar hata ve dikkat çekecek davranışım üzerine Namaz sonrasında “Neredensin ?” diye sormayı ihmal etmedi. 

İranlıların Şii, Şiilerinde, Sunnilerden farklı namaz kıldıklarını 6.000 kişilik bir topluluk içinde yılın ilk Cuma namazında öğrenmeyi pek arzu etmezdim ama oldu işte... 

Komşuma “Türkiye” dediğimde, İslam’ın yayılmacı etkinliğinin devamı için, Hz Muhammet’in Hz Ali’yi kendisine damat seçerek kendi Halifeliğini Hz Ali’ye bırakmış olduğuna inanan Şiiler, Sünnilerin önderi Hz Ebu Bekir’in, Hz Ali’in elinden bu makamı alıp, onu Karbela’da öldürülmesine seyirci kalmasına ve boşalan otoriteyi Hz Ebu Bekir’in ele almasıyla Sünnilerin İslam’ın Halifeliğine sahip çıktıklarına inanan bir Şii grupla, bir cami içinde bu kadar hatanın ardından karşı karşıya kalmayı hiç ama hiç istemezdim... 

Başımı öne eğdim, toplumsal baskıya karşı duyduğum saygıdan ve korkudan. 

Kerbela’da yaşananlar üzerinden uzun yüzyıllar geçmiş olsa da, aynı sona gidenler, farklı yoldan yürüseler de, yürüdükleri yolda kendilerinden olmayanı “ayırt etmeyiz...” deseler de, içlerindeki ukteyi atamadıklarından bunu kendilerine dahi inandıramamış olan bir kaç kişi bu topluluk içinde mutlaka vardı. 

Ancak hiç bir cemaat üyesi yaptığım hataları yüzüme vurmadığı gibi kendilerinden olmadığımı anladıklarından biraz muzip bir gülümsemeyle komşum bana, ben onlara bir bakış atıp Cuma namazının son duasında hepimiz ellerimizi havaya, Allaha, Tanrıya, Rabbe, Rahman’a açıp, yaşadığımıza ve sevdiklerimizin sağlıklarına dua edip camiden ayrıldık. 

İslami bir ülkede olduğumu, bu gününün kendi inançlarına göre tüm günün İslami tatil olduğunu, saat 12’de başlayan dinsel şölenin saat 17’ye doğru ikindi namazını kılarak bitirilmesinde anlayabildim. 

Birçok hata yapmış olsam da, başka ruhlarla başkalarının anlayışını içimde hissederek, Tanrının bana verdiği ruhumu doyurmuş olarak kendimi artık Allaha, Tanrıya, Rabbe, Rahman’a daha yakın hissettiğimden, bu vücudu da bana Tanrı hediye ettiğinden camiden çıkar çıkmaz açıkan karnımı doyurmak için soluğu Zayandeh-Rood nehri kenarında ki kızartma tavuk büfelerinin birinde aldım. 

300 metreye varan genişlikte akan nehir üzerine 2 yakayı birbirine bağlayan birçok taş köprü yapılmış. En önemli ve eskisi İmam Meydan’ının önünden geçen Chahar Bagh-e- Abassi caddesinin sonudaki Sio-Se-Pol köprüsü ve 1 km kadar aşağıda ki Khajou Köprüsü. 

Tavukcudan aldığım koca ekmek arası yemeğimi serin sularına ayaklarımı da sokabildiğim Khajou Köprüsü köprü üzerine gelip etrafta koşuşturan kızlı-erkekli, genç-yaşlı, çoluk-çocuk ile birlikte yemeğimi yemeğe başladım. 

Hava boşluğunda düşen uçağımızın irtifa kaybı, sonradan pilotun dediğine göre 200-500 metre imiş. Etrafa yayılan yemek tabakları, kuçağımızdaki bardaklardan ayakta olupta kafasını bir yerlere çarptığı için yaralanmış yolculardan, ortalık pek sevimli görünmüyordu. Hostesler hala bağlı, oturdukları yerden bizlere sürekli sakin olmamız için anons yapıyorlardı.

Bir kız yanaştı birden yanıma... 

“Merhaba. Ben Zalehia” dedi. “Nereden geliyorsun?...” 

.... 

Lokma boğazımda takıldı kaldı. Yutkunmak için bir iki defa tükürüğümü ağımda çevirip çoğaltmak isterken, Zalehia’nın sırtımda hissettiğim yumruğu ile kendime geldim. Ardından biraz muzip bir gülümsemeyle,  

“Ne oldu?” diye gözlerimin içine baktı. 

Daha birinci darbeyi atlatamadan göz teması ile gelen 2 tusunami dalgası ardından sessizliğimi bozmadan, daha doğrusu ne diyeceğimi bilemeden aval aval baktım kızın suratına. 

“Seninle yürüyebilirmiyim?” diye devam etti. 

Önce içimi bir korku kapladı. Sonra bir kamera şakası mı yapılacak acaba diye etrafıma bakındım. Gri ve açık gülkurusu renginde tül ile sardığı, simsiyah saclarını örten örtüsünü hafif gevşetip, tülün omuzlarından sarkması için kafasını geriye doğru bir salladı. 

Benim gözler biraz faltaşı gibi açılınca, çok fazla ön yargı taşıdığımı düşünerek sessizliğimi bozmaya karar verdim. 

Kamal-e-Din Esmaeil Caddesi ile Zayandeh-Rood nehir arasına yapılmış güzel bir yürüyüş yolu üzerinden, Khajou Köprüsü köpründen başlayıp, etrafı bir kaç çöl bitkisiyle çevrili kuytu köşelere yerleştirilmiş banklarda başını erkeğinin omzuna yaslamaya çalışan genç evlileri, hemen hemen her parkta gözüme çarptığı gibi elinde bir şiir kitabı ile sevdiği kadına şiir okuyan duygusal Fars erkekleri, ufak kaçamaklar yapmaya çalışan çoğu İsfahan Üniversitesinin öğrencilerini görmezden gelerek Zalehia ile Sio-Se-Pol köprüsüne kadar oradan buradan sohbet ederek birlikte yürüdük. 

İçimde ki Şeytan artık başıma çıkmış tepemde davul çalarken, Zalehia’nın Şeytan’ı çoktan tepesinde olduğundan her ikiside bir birlerine aldırmadan dans ediyorlardı. 

Yürümenin ve kendisinden olmayanları, başka dünyaları tanımanın bir ihtiyaç olduğunu ve hatta başka deneyler yapmanın bu kısa yaşamda doğanın bir gerçeği olduğunu dile getirecek kadar açık ancak bu sohbeti ve yürüyüşü İslam polisinin, ben yabancı olduğum için kendisininde yabancı zannedileceğinden bu kaçamağını fark etmeyeceğini ya da fark etse bile Nevruz sebebi ile sorun yapmayacağını, ancak bu kaçamağı sadece bir yabancı ile yaşayabileceğini dile getirecek kadar toplumunu tanıyan ve ondan korkan bir felsefe tarihi öğrencisinden duyduğumda ve ardından İran’da aldığım son ve en etkin 4. ev davetini nazikçe red etttiğimde Sio- Se-Pol köprüsüne gelmiş köprü üzerindeki dolanan binlerce kalabalığa karışmıştık. 

Nazik davetini kabul etmeyince Zelehia artık eve gitmem gerek diyerek bugün için doyurduğu ruhunun içinde yaydığı ferahlıkla son bir gülümse eşliğinde “Sana iyi şanslar ve iyi yolculuklar bu evrende...” deyip durağa giren ilk otobüse binip gitti. 

Gece Sio-Se-Pol Köprüsü üzerinde sadece Nevruz’da izin verilen (görmezden gelinen) ve her gece 1 saat süren gençlerin kaçamak dans ve şarkı gösterilerinden birini seyredip gizliden gizliye köprü altında el ele tutuşan, koklaşan gençlerin heyecanlarına tanık olmanın şaşkınlığında otelimin yolunu tutuyorum. 

Bir zamanların Medianları belki de şimdilerin Mollaları, daha özgürce ve daha serbest ama mutlaka Şeytanla yaşamak isteyen gençliğin ne kaçamaklarına engel olabiliyor ne de onlara insan olduklarını unutturabiliyordu. 

Belki de din mücahitleri, Şeytan var olduğu sürece karşıt güç olarak bir anlamları olabileceklerini çok iyi bildiklerinden ara sırada olsa bu şeytanlıklara göz yumuyorlar ya da ne de olsa bir Melek olan Şeytan, insan kılığında bu dünyayı yönetiyordu. 

Uçak tekerlekleri yere değip motorların ters çalışması ile durmaya başlayan uçakta, sağ salim yere indiğim için önce Allah' sonra Tanrıya, sonra Rabbim'e sonra da Rahman’a teşekkür edip, evimin yolunu tuttum.

Nevruz : 20-27 Mart 2010