Sibirya

Trans Sibirya
Hani bazen kulağımızı tırmalar ya aynen öyle bir tınıda bir piyano sesi duyuyorum. Beynimde seslerin bir kısmı sola, bir kısmı sağa ayrılıyor.
Bir tarafta her biri kendisine özgü bir değeri olan notaların tınıları, diğer yanda bilinçsizce ama sadece yan yana durmak istediği için ardışık duran notaların anlamsız ardışık tınısı.
Anlamsız da olsa, sadece yan yana durmak istedikleri için güzel ve de anlamı olabilir mi bazı şeyler? Hayatımızda her şey başkalarının belirlediği bir ahenkle mi yüzmeli çevremizde?

Kan ter içinde fırladım yataktan. Yok, daha yetmedi bu gezi bize. Hani hayaldi buralara, bu uzak Moğol diyarlara gelmek de buralardan da uzaklara gitmeyi öğrenmeliyiz artık deyip kalkıyorum yataktan.

Yaz ortası olduğundan gündüzleri +20 derecelere ulaşan step havası, sabahın 7’sinde sadece + 5 derecelerdeydi.

Kat, kat tişörtlerimizi üzerimize geçirip bir taksiye atlayıp soluğu Ulan Batur’ da bile 2 tane olan, bizim Sibirya’ya gideceğimiz, Moskova Trans-Sibirya Ekspresinin kalktığı Uluslararası tren istasyonuna geliyoruz.

1 saat içinde güneş kendini gösterdi. Elimizde su şişeleri ile hararetimizi bastırırken istasyon binasının arkasındaki caddeye yayılan sokak satıcılarının tezgâhlarından uçuşan ve havaya karışan kızartma kokuları sabah kahvaltısı yapmamış midelerimizi biraz daha özendiriyordu.

Bugün akşama kadar Moğol topraklarında olacağımızdan ve tren de para değiştirme imkânı olmadığında ince hesaplar yaparak bir miktar Tuğrik trende harcarız diyerek kenara ayırıyoruz. Kalanla da 1 haftadır sık sık yediğimiz içine mayhoş at eti doldurulmuş çiğ böreklerden 3 tane alıp midemize indiriyoruz.

İklim’de sorgusuz sualsiz yiyordu bu çiğ böreği. Ne de olsa çok da uzak olmayan kökeninde ki Tatarlık damarı kendiliğinden kabarmış olacak ki o da sevmişti hiç itiraz etmeden.

Ne olur ne olmaz diyerek kalkış saatinden 1 saat önce gelmiştik gara. Ve trenimiz gelinceye kadar öylece bakındık durduk uzaklara ve Ulan Batur’u çevreleyen Moğol steplerine.

Biletimizi Ulan-Batur’dan Moskova’ya kadar giden bir Moğol treninden ancak Ulan-Batur’a gelince almıştık. Rusya’dan gelecekler rahatlıkla internetten bilet alabilecektir (http://www.russianrailways.com) Bu güzergâh, dünyanın en uzun tren hattı... Çin denizinde Pekin’den Moskova’ya, oradan da St Petersburg’a Baltık denizine kadar uzanan TRANS-SİBİRYA hattının en merak edilen 12.000 km’lik kısmı.

Yıllar önce yukarıdan aşağıya, St.Petersburg’dan Moskova’ya gelmiş ve yolun devamını hayal edip durmuştum. Şimdi iki ipi bir birine bağlamak istercesine aşağıdan yukarı doğru çıkıp hattı tamamlayacaktık. (http://blog.milliyet.com.tr/deli-petro-nun-st-petersburg-u/Blog/?BlogNo=187699)

Kara bir tren, 70 kadar vagonu peşine takmış, bacası üzerinden yalayarak arkaya uçuşup oradan masmavi göğe karışan simsiyah dumanını ile sonsuz boşlukta bir nokta gibi duran istasyonumuza giriyor ve demir tekerleklerinin arasından bembeyaz fışkıran su buharını tıslatarak yaydığı sis eşliğinde tam önümüzde duruyor.

Hepimiz bir tiyatro sahnesinde ki oyuncuları seyreder haldeyiz. Şimdiye kadar hiç birimiz bu kadar uzun bir tren görmemiştik. İklim elindeki çiğ böreği ısırıp, içinde topaklanmış eti yere düşürmemek için dili ile böreğin içine ittirirken, çiğ börek içindeki sıcak sudan yanan dilinin verdiği acıyla bir “ahh” çekip,  “Anne bu trene mi bineceğiz?” derken bile hala hayalden öteye gidemeyen bir görüntüye bakar gibiyiz.

Oturduğumuz yerde öylece kalıyor, bu sihirli sahneyi bozmak istemiyorduk. Ta ki 2 güzel Bayan Moğol kondüktörün, yüksek vagona binilmesini kolaylaştırmak için katlanmış merdivenlerin basamaklarını açıp yere yaklaştırması ile kalabalık bir grup vagonun önünde sıra olunca uyanıyor, Agatha Christie’nin Doğu Ekspresinde Cinayet filmdeki sahnelerinden birine daha tanık olduğumuzu düşünüp bizde sıraya giriyoruz.

Elimizde ki sadece Moğolca/Rusca yazan tren biletlerinden neyse ki sadece 2 tane 4 yazdığından, 4 nolu vagonun 4 nolu kompartımana dalıyoruz. Tren biletimiz 1. sınıf. Bu biletleri Moğolistan’dan, Moğol treninden alındığından, Rusya'dan veya Çin'den alınan biletler göre daha ekonomik. Ayrıca bu tren de lüks kabin olmadığı gibi (Rusya trenlerinde var) 2.sınıf bilete de ödenecek daha düşük fiyatın farkına değmeyeceği için 4 yataklı 1. sınıf kompartımandan, bir başka gezginin yanımıza gelebileceğini kabul ederek 3 yataklı bileti almıştık. (Neyse ki Novosibirisk’ye kadar olan yolculuğumuzu kimse gelmedi.)

Kabine girer girmez, İklim aylardır bir trende üst ranzada yatmanın hayalinin gerçekleştirmek için kendisi soldaki üst ranzayı kaptı. Tüm eşyalarını teker teker çıkartıp ranzanın üzerindeki file sepete yerleştirdi. Karşısındaki üst ranzayı da bebeklerine ayırdı. Onlarında yataklarını yapıp uzun bir yolculuğa kendini hazırladı.

Esra ile ben de alta ki yataklara yayıldık. Ve hiçbir şey yapmadan bir daha ne zaman göreceğimizi bilemediğimiz Ulan-Batur’a ve çekik gözlü, kırmızı yanaklı, tel tel saçlı bizlere çok benzeyen uzak akrabalarımızın görüntülerini beynimize son kez kazımak istercesine tren penceresinden dışarı bakıyorduk.

İklim’in, kompartımanın kenarına iliştirilmiş merdiveni kullanmadan ranzadan zıplarcasına kendisini aşağıya atmasıyla kendimize geliyoruz.

Değil sadece evlendiğimizden bugüne, doğduğumdan bu yana bir kadınla aynı odada sürekli 24 saat dahi kalmamış bir kişi olarak bu yolculukta 2 bayanla 55 saat 3m2 odada geçirecek olmam, bu yolculuğun farklı hislere farklı tecrübelere gebe olacağını şimdiden gösteriyordu.

Tren Pekin’den gelmediğinden, ilk hareketi Moğolistan’ın Çin sınırında ki şehirlerinden olduğu için diğer vagonların sadece bir kaçında bizim gibi gezgin Batılı sırt çantalı turist vardı. Trenin vagonlarının hemen hemen hepsi Moğol ve Çinlilerden oluşması bu hattaki seyahat alışkanlıklarını ve ticaretinde bir göstergesi gibiydi.

Bu gece yarısında sınıra girecektik. O ana kadar Moğol topraklarında Sibirya öncesi yemyeşil Moğol steplerinde geçip Kuzeye doğru ilerliyoruz.

Tren tekerleklerinin dönerken çıkardığı tırrrrrrr-tık, tırrrrr-tık sesi şimdilik kulağımızda bizi biraz rahatsız ediyordu ama yolculuk sonuna doğru bunların hepsine alışıp hiç birini duymayacağımız şimdilik bilmiyorduk.

Kompartımanlar da aile olanların dışında genelde 1 veya 2 kişi kalıyordu. Bunlar çoğunlukla, Çin'den alınan malların Rusya'ya geçişini sağlayan Çin-Rus hattında sınır ticareti yapan Moğollardı.

Bizim vagonun diğer kompartımanların dolapları tıka basa Çin’den gelen mallarla doluydu. Daha tren hareket etmemişti ki, bir Moğol’un taşıdığı mallar kendi kompartımanına sığmayınca bizden yardım isteyip bizim dolaplarımızı da kullanmak istemesine, ne olur ne olmaz, sınırda başımız belaya girer diyerek adamın isteğini nazikçe ret ediyoruz.

Tren hareketiyle de ticareti yapılan pantolon, kazak, mont, ayakkabı, tişörtlerin Çince yazılı poşetleri çıkartıyorlar, Rusça yazılı poşetlere geçirip tekrar ambalajlamaya başlamışlardı.

Bu trende restoran vagonu yoktu. Herkes kendi yemeklerini ya soğuk konserve, ya da vagonun en arkasında sürekli sıcak duran herkesin kullanımına açık bir ocak üzerinde yemeklerini pişirerek, ısıtarak hazırlıyorlardı.

Biz çoğunlukla soğuk konserveyi tercih ettiysek de vagondaki daimi sıcak su tankından aldığımız sıcak su ile hazır çorbalar yapıp içtik ya da ara istasyonlarda birkaç dakikalığına duran trenin molasından yararlanıp sıcak çiğ börek, pandispanyalı kek, süt ya da  meyve suyu almayı ihmal etmiyorduk.

Elimde Dostoyevski’ye rakip, Andrey Platonov’ın Sovyet Yönetiminde KGB tarafından yasaklanmış ancak Glasnost sonrası açığa çıkmış “Can” adlı romanı var. Okudukça dalıyor, daldıkça daha da kayboluyorum Sibirya’nın içlerinde.

Tren yol aldıkça, yemek yiyor, sohbet ediyor, kitap okuyor, boş tren penceresinden upuzun boşluklara bakarak vaktimizi geçiriyorduk. Hiçbir şey yapmadan acıkıyor olmamıza biraz şaşırıyorduk.

Bu Trans-Sibirya yolculuğunda hayatta bir şey yapmadan nasıl yaşanabileceğinin en güzel anlatımı oluyordu bizim için. Platonov’un eseri de yolculuğumuzla pek uyuşmuştu.  Kaybolmuş bir Rus-Tatar topluluğunun hiçbir şey yapmadan yaşamasını ve yaşarken de sadece yaşamış olmasının ne demek olduğunu anlatmaya çalışmasının yanı sıra tepkisizleşmeye karşı bir isyankârlığı hissettiriyordu.

Fazla kaykıldığımız düşündüğümüzde 68 vagonlu trenimizin en arkasına kadar bir yürüyüş yapıyorduk. Arkaya doğru giderken, vagonlar arası geçişi sağlayan her kapıyı açtığımızda buz gibi bir hava suratımızı yalıyordu. İklim çocuk parkının demirlerinde gezinmeye alışkın olduğundan benden daha çevik bir hareket ile altımızdan akıp giden demir yoluna bakmadan vagonlar arasındaki demirlere tutunup hemen diğer vagona zıplıyor ve benim ağır aksak ilerlememe karşı kıkırdayarak, biraz da “ben yaptım, sen yapamadın hala” edası ile bana takılıyordu.

Git gel, 130 vagon! Günlük sporumuzu yapmanın rahatlığı ile acıkmış olarak kompartımana gelip tekrar atıştırıyorduk.

Artık alıştık buraların uyku düzenine… Hani şimdi gelecek miyiz, ne zaman geleceğiz gibi bir derdimiz ve kolumuzda da saat olmayınca, sabah güneşi ile uyanıyor akşam karanlığı ile yatma vaktimizin geldiğini anlıyorduk.

Kararan hava eşliğinde akşam yemeğimizi yiyip, altımıza ince bir şilte serili yataklarımıza tüm tren yolcularına verilen temiz çarşaflı ince birer battaniyeye sarılıp yatıyoruz.

Gecenin bir yarısı sınırda önce Moğol, sonra iri-kıyım baylı-bayanlı Rus polisinin sıkı bir denetiminden geçmek için uyandırıldık. Vagon ağzına kadar kaçak mal olsa da gereken yere gereken bilgi ya da ayakkabı kutusu bırakıldığından sadece boş olan alanlar arandı, tarandı durdu.

Derken bir bağrış çağrış duyunca, kafamızı ıkına sıkına kompartımanın penceresinden dışarı uzatıyoruz. Belli ki yeterli resmi ya da gayri resmi vergiyi vermeyi ihmal eden bir kompartıman ahalisi, tüm malları ile peronun taş zeminine zorla indiriliyor. Adam bir yandan bağırıp çağırıyor bir yanda da kompartımandaki ailesinden uzaklaşmış olmaktan içi sızlayarak ve gözleri dolarak kendini dışarı atan, pasaportunu kaptırdığı polisin peşinden sınır karakol binansa doğru gidiyordu.

2 adımda birde geri dönüp trenin hala aynı yerde durup durmadığını kontrol eder gibi bizlere bakıyordu.

Vagondaki karısı bir yandan 2 ufak çocuğunu zapt etmenin derdinde, bir yandan da ne yapsa da kocasına yardım etse diye bir kompartımanın içine giriyor bir vagonun kapısına koşuşturuyordu.

Tren kalkacaktı birkaç dakika içinde. Kocası sınır karakolunun odasında kendisi ve 2 çocuğunun trende olmasını daha fazla kabul edemedi. Dayanamadı, aldı valizleri ve fırlattı sınır istasyonun peronuna sonra döndü aldı 2 çocuğunu kucağına ve düşmemeye çalışarak yüksek basamaklı merdivenlerden atlayarak inip fırladı kocasının peşinden…

Hepimiz böyle bir sahne karşısında ne yapacağımızı bilemeden bakınıyor hiç birimiz bir laf etmiyorduk.

O zaman, böyle trenlerle sınır, toplama kamplarına götürülen insanların yanlarındaki komşusu, arkadaşı, akrabası götürülürken neden hiçbir tepki gösteremeden, böyle bir durumda seçilme ihtimalin sonucunda yaşanacak acıların, seçilmemiş olmanın mutluğunu ezercesine mimiksiz surat ifadelerinin ne demek olduğunu, biraz daha iyi kavrıyoruz.

Adam, geride bıraktığı mallarını ve ailesini düşünerek girdiği sınır kontrol odasından hızlıca tekrar dışarı, ama bu sefer tek başına elinde pasaportu ile sevinerek çıkıp hızlı hızlı ve kaba sesiyle de bağıra çağıra bir şeyler söylenerek trene doğru koşar adım gelmeye başladı.

Tren her an kalmak üzereydi. Alel acele yere saçılmış torbaları, biraz önce karısının attığı iki valiz bozmasını ve 2 çocuğu tekrar kucaklarına alıp trene geri bindiler.

Hani bizde ki uçağın tekerlekleri yere değince alkışlama alışkanlığı buralarda olsa tüm vagon yolcuları sıkı bir tezahürat ile bu başarılı operasyonu alkışlayıp trene geri dönen aileyi kucaklayacaklardı da içten içe Rus polisinden çekinildiği için hiç bir ses çıkarmadan, sessiz alkışlarla trene binen aileye sevgi bakışlarıyla tekrar hoş geldin dediler.

Aile zorla indirildiği kompartımana, çıktıkları hızda yerleşip tekrar eski düzenlerini aldıklarında tren çoktan Rus sınır karakolunu terk etmiş, Rusya içlerine Sibirya’ya doğru hareket etmişti.

Gözlerimizi kapatıp buralarda yaşanan yaşamların hikâyesini tekrar gözlerimizin önünden geçirerek uykumuza kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Tekerleklerin tırrrrr-tık seslerine alışmıştık artık. Evvelki senelerde St.Petersburg-Moskova hattını yaparken, bu tıııırr-tık sesi yüzünden sabaha kadar uyamayan Esra ile İklim’in o acemi hallerinden eser yoktu. Yıllar içinde yaptığımız birkaç tren yolculuğu rahatsızlıklarımıza sebep olan alışkanlıklarımızı değiştirmişti.

Sabah, gün ışıyınca hepimiz iyi bir uyku da çekmenin verdiği rahatlıkla, yeşil cam ağaçları arasından yeri ve göğü birleştirmişçesine sonsuzluk hissi veren mavi bir suyun gözlerimizi kamaştıran pırıltılarına bakarak uyanıyoruz.

Trenimiz, Dünyanın tatlı su kaynaklarının %20 sini barındıran Baykal gölünün yanından geçip Sibirya içlerine doğru ilerlemekte.

Gezginlerin çoğu Baykal gölünün güney kıyısında bulunan Ulan-Ude’de ya da Kuzeyinde bulunan Irkutsk’da inip Balkal gölü ve çevresini (Baykal’ı Sapanca gölü zannetmeyelim, başı sonu arası 1 günlük mesafe) gezmeden edemiyorlar. Bizim gezi biraz sıkıştırılmış bir paket olduğundan bu kısmını atlıyoruz.

Bu hatta sadece bu Transı yapan günde 8-9 tren işliyor. Ayrıca bir o kadar da ticaret adına taşımacılık yapan yük trenlerini, bir de bunların üç aşağı beş yukarı 60 vagon olduklarını gördükçe ülkemde bölgeler arası ticaretin var olduğuna inanmak pek içimden gelmiyor.

Moğolistan, Rusya ile Çin arasında bir ticaret ülkesi olması yanı sıra Moğolistan’ın ve Sibirya’nın maden ve petrol yataklarını ve bunların akıl almaz ticaretini biraz olsun fark ettikçe daha yiyecek birkaç fırın ekmeğimiz var demeden edemiyoruz.

Ulan-Batur’dan bir günün sabahında, tatlı step tınılar ile başlayan ve uzun boylu Sibirya çamlarını eşliğinde ikinci günü akşama doğru toplam 55 saat süren bu tren yolculuğumuz, kışın -50 derecelere vardığından donan ve üzerinde buz pateni yapılan diğer mevsimlerde maden ve petrol taşımacılığında yararlanılan neredeyse bizim İstanbul boğazından bile geniş Rusya’nın en büyük 3 nehrinden bir olan Obi nehri üzerinde geçip, Moskova’nın ağır siyasi baskısından kaçan sanatçıların yerleştiğinden opera ve sanat şehri de diye anılan Novosibrisk’inin tren garına giriyoruz.

Evimizden çok uzaklarda olsak da son 2 günümüzde bizi birbirimize yakınlaştıran 4 yataklı küçük kompartımanımıza el sallayarak trenden iniyor ve ne kadar mutlu olduğumuzu hissederek Novosibirsk sokaklarına dalıyoruz.

Ağustos 2013