Moskova

Moskova'da kilitler kilitlenmiş
St Petersburg’dan Moskova’ya günde 15 tren olması yetmezmiş gibi bir de bu gardan Rusya’nın birçok başka yerlerine de trenlerin kalktığını, ayrıca 3 başka tren istasyonun daha olduğunu da hesaba katarsak, tren yollarına yapılan yatırımların sadece bizim ülkemizde gereksiz bir yatırım gibi görülmesinin nedenin anlayamıyordum.
Karşımda ki duvara yapılmış devasal Rusya demiryolları ağına, ezik duygularla içinde bakarken gelecek yıllarda başka bir gezinin planlarını hayellerini kuruyordum. Belki bir gün Moskova’dan Asya’nın bozkırlarını geçerek Kazakistan’ın Başkenti Alma-Ataya kadar gidebilmenin heyecanı, şimdiden içimi sarmaya başlamıştı. Bir gün neden olmasın, diyerek demiryolu haritasının resmini çektiğimde, trenimizin perona girmek üzereydi. 

Moskova’ya her gün giden 15 trenden hangisini seçeceğimi daha Türkiye’de iken tespit etmiştim. Geçen sene bu hattı yapan bir çift arkadaşımız, 2. sınıf tarife ile 6 kişilik kompartımanda, sürekli yarı sarhoş Ruslarla, Moskova’dan buraya gelmiştiler. Bizde, fazladan birde İklim olduğunu göz önüne alarak, bu işi biraz da nostalji katalım diyerek, Orient Ekspresi tarzı bir tren seçip, Nikolaevsky Express ile Moskova’ya gitmeye karar vermiştim. Esra’nın bu durumdan haberi olmaması ona da sürpriz oldu. 

Daha tren perona yaklaşırken, sanki kömürlü gibi duran iri yarı bir elektrikli lokomotif, bugüne kadar duyduğumuz Rus hantallığını bize gösteriyordu. Tren peronda durduğunda her kapıdan hızlıca dışarı çıkan kompartıman görevlilerin yarısından fazlasının iri kıyım Rus kadınlarından olması, Finlandiya-Rus sınırında yaşadıklarımı anımsattı. Uzun bir kuyruk bekleyerek zorluklarla satın aldığım ve daha alırken beni terden sırılsıklam etmiş olan tren biletimi görevli kadına uzattım. 

Rusya'da bazı ürün ve hizmetlerin fiyatları, Ruslara uygulanan ile biz turistlere uygulananlar çok farklı. 

Normalde 3 sınıf gidenlerin yoğun olduğu bir ülkede, 1.sınıf bir tren biletinin fiyat farkı (ki standardı Avrupa’ya göre 2 ) eklenince, bir Rus’a göre bayağı pahalı bir fiyata 2 tam, 1 bebek bileti aldığımda umarım değer demiştim. 

Vagona adımımızı atarken, başka bir kadın görevli ile karşılaştığımızda artık tecrübeliydik. Bilete bakarak oda numaramızı ikinci kez İngilizce kelimelerle “1 ve 2” dediğinde bu trenin bizim gibi yabancı yolculara alışık olduğunu anladık. İçerideki diğer erkek görevli de çat pat İngilizce konuşabiliyordu. Bu tren Helsinki’den kalkandan çok daha eski olsa da tam nostaljik bir atmosferdeydi. Oda kapısından içeri bakarken dahi, fırfırlı işlemeli pencere perdeleri yanı sıra, her iki yatak başına yerleştirilmiş tahta çerçeveli oval aynası ortamı daha ferah gözükmesine yardımcı oluyordu. Karşılıklı 2 kişinin oturması için tasarlanmış koltukların ortasındaki masa üzerine o günün birkaç Rus gazetesi yanı sıra 2 votka bardağı ve bu bardakların altındaki işlemeli peçetesi bizi o ana kadar yaşadığımız tüm atmosferden alıp, Agâhta Christie romanlarının hikâyelerin geçtiği “Orient Ekspresi” trenine koydu. 

Trenin hareketinin hemen ardından vagonumuzun koruma görevlisi gibi duran iri kıyım bayan yine karşımız dikilip elinde sıkı sıkıya tutuğu sepet içinde bir sürü içecek ile kapıda belirdiğinde içimden yine bir şey olacak diye bir geçirdim. Daha düşüncemi beynimde tamamlamamıştım ki, kadın sepeti burnuma sokarcasına garip ve kaba İngilizcesi ile seç içinden bir tanesini dediğinde votka, bira ve meyve sularının bulunduğu sepetten bir kaç santim uzaklaşmak için geriye doğru yaslandım. Bir anda almazsam sanki dayak yiyeceğimi düşündüğüm sırada Esra’nın bunlar paralı mı, sorusu kulaklarımda çınladığında tekrar ortama dönebilmiştim. 


Görevli kadın meyve sularının bedava diğerlerinin paralı olduğunu söylemesi ile bu tren yolculuğu için yeterince kazık yediğimizi düşünüp sadece 1 şişe meyve suyu aldım. Esra meyve sularının hepsinin ananas olduğunu görünce portakal suyu yok mu dediğinde kadından tatlı bir azar işitti. Kadının Türkçe anlamamasını bahane ederek diğer ananas suyunu alırken Esra’da kadına söylenmeye başladı. 

İki dişinin (o sırada oramızı buramızı çekiştiren İklim’i de sayarsak 3) arasında kalmanın yanı sıra o ana kadar bu yolculuk için yaşadığım bir sürü heyecana da yürek mi dayanır deyip, bir gece önceden kalan votka ve havyarı bu güzel tükettim. Tangır, tungur, tak üçlemesini sabaha kadar daha az hissetmek için önceden çantama attığım kulak tıkaçlarımı kulağıma tıkayıp, sabahta erken güneş doğarda uyanmayayım diye de uyku gözlüğünü takıp uyudum. Ben uyudum ama her bir tak bizim Kiki (İklim’in kendine taktığı ad) için parkta bindiği treni hatırlattığı için ikide birde uyanıp acaba kendisi bir parkta da, oradaki eğlenceyi kaçırıyor muyum diye merak eden şişkin ve şaşkın gözlerle annesine bakarak anne deyip tekrar yatıyormuş. Sabahın 02’sine doğru her ikisi de yorgunluktan sızmış olsa da, Esra ve İklim biraz tilki uykusu misali yarı gözleri açık uyumuşlar. 

Bunca yer görmüş bir kişi olarak artık Rusya’nın da trenlerine, tren garlarına, metro hatlarına alışık olmanın biraz rahatlığında, vagondan sabahın 07’sinde otelimize gitmek üzere metro istasyonun nerede olduğunu anlamak için etrafımıza bakınarak indik. Ve daha o anda bir Asya kültürü ile karşılaşmazı bir oldu. Elimdeki iki valizi göğsünde İngilizce TAXI yazan kartlı görevlilere kaptırmamak için mücadeleye girdiğimde, hala tam uyanamamıştım. Ama mücadeleyi kazandığımda buranın kozmopolit bir Asya şehri, benimde her an yolunacak bir kaz olduğumuz hissetmem ile uyandım. Kapı çıkışına, bir sürü taksi şoförü ile daha hafif bir mücadele vererek geldik. St Petersburg’dan alışık olduğumdan, hiç sakat yolu aramadan direkt merdivenlerden pata küte kendimizi sokağa attık. Etrafa bakınıp bir metro girişi aramaya başladığımda, gözlerimize takılanların bir “M” işareti yerine, yerlerde yatan çoğunluğu Orta Asya steplerinde yaşayan çekik gözlü Özbek, Kırkız, Moğol, Tatar kılıklı, yırtık pırtık elbiseli sarhoş ruhlu onlarca erkeği gördüğümüzde biraz olsun içimize korku sardı. 

Yan tarafta bulunan polisi gördüğümde içim biraz olsun rahatladı. Çocukları yanımdan ayırmadan polisin yanına birlikte gittik. “Metro” deyip nerede olduğunu sormaya çalıştığımda üstte 3, altta 2 altın kaplama dişleri yanı sıra, ortadaki bir dişi olmadan sırıtan polisin kelimelerini anlamıyor ve acaba içerdeki kartlı taksi şoförleri ile mi otele gitseydik diye düşünüyordum. 

Bizler bu yolculuklarda, geldiğimiz şehrin özelliklerini değil de gittiğimiz şehrin özelliklerini yaşamak, o bölgede yaşayan halkı daha yakından hissetmek ve anlamak için hep yerel taşıma araçlarını kullanmayı ve midemiz kaldırdığı sürece yerel yemekleri yemeği hep tercih etmekteyiz. Ancak işin güvenlik boyutunu çok ta göz ardı edemeyeceğimiz durumlarda bu öğreti tarzından bazen feragat etmek pekte yanlış olamasa gerek. Etrafta taksi şoförü aradımsa da, etrafta duranların daha güvensiz olduklarını hissettiğimden, birde metro her zaman daha kalabalık ve daha güvenli olacağını düşündüğümden tekrar polise dönüp 2.defa “metro” dedim. 

Polis, tekrar sırıtarak karşıdaki metro istasyonun dik girişini gösterdiğinde, tren garından çıkan tüm kalabalığın, bir şelalenin kendi uçurumundan düşercesine metro merdivenlerinin deliğinde kaybolmalarını biraz endişe ile baktım. Sabahın 7’sinde hava çok sıcak olmasına rağmen gece yağan yağmurdan öbek öbek duran su birikintileri ve etrafa geceden atıldığı belli olan bira şişelerine basmadan üzerlerinde zıplayarak metroya doğru ilerlemeye başladık. Tabi ki bu arada yaka kartı dahi olmayan polisten daha sakallı ve kasketli sokak taksi şoförleri ile verdiğimiz mücadelede ben artık iyicene uyanmıştım. Metroya girdiğimizde ne olsa kalabalık bir halk kitlesi ile birlikte olmanın verdiği iç rahatlığı ile St Petersburg’dan alıştığımız arzın merkezine doğru yürüyen merdivenler ile inmeye başlamıştık. 

Artık yorulduğumuzdan mıdır, yoksa Kril alfabesinin azizliğinden midir bilemeyeceğim ama yanlış metro istasyonunda inerek yeryüzüne çıktığımızda, otelimiz, olması gerektiği yerde olmadığını, sokakta sigara içmek için kapı önüne çıkmış kişilerle yaptığımız çat pat İngilizce ile anladık. İş gökdelenleri arasında, bir binasın önünde otelimizin bulunduğumuz yerin ½ saat uzaklıkta başka bir mahallede olduğunu söylediklerinde, duyduklarıma inanamamış olsam da en kısa yoldan bir taksiye binerek otelimize ulaştık. Neyse ki otelimiz tek bir metro ile aktarmasız Kremlin sarayına giden bir istasyonun yanında olması endişelerimizi biraz olsun azaltmıştı. Yorgunluğumuzu atmak için bir duş alıp ardından bir şeyler yiyerek uykuya daldık. 

İklim’in bezleri bitmek üzereydi. Resepsiyondan öğrendiğimiz kadarı ile 300 m ileride metro istasyonu yanında birçok alış veriş mağazası olduğunu öğrendiğimiz de içimiz biraz olsun rahatladı. Ancak mağaza denen şeylerin (tabi ki aynı dil konuşmadığımız için ve İngilizce ile bu kadar anlaşılabilinir) mahalle arası kulübelerin olduğunu bizim Mahmut Paşa/Laleli’den gelmiş ürünlerin satıldığı açık hava çarşısından alış veriş yaparak ihtiyaçlarımızı karşılamaya başladık. Bizim oralarda ne satılıyorsa buralarda aynı şekilde aynı şeyler sadece %20 pahalı olarak satılıyordu. Laleli-Rusya hattının hala canlı olduğunu görebiliyorduk. 

Her zaman ki gibi Kiril alfabesinin anlaşılmazlığı sebebi ile etrafındaki pencerelerde bebek bezi ararken, bir kulübenin vitrinine sıra sıra dizilmiş, bizim tatar böreği ya da çiğ börek dediğimiz yarım ay şeklindeki yağda kızarmış, kıymalı böreklerini görünce benimde şaşkınlığım artmıştı. Sabahtan beri yollarda olduğumuzdan da karnım da acıkmıştı. Kulübenin ufacık penceresinden kafamı uzatıp her zamanki gibi gene Türkçe “1 çiğ börek” diye seslendim. 

-Kıymalı mı, Peynirli mi diye aldığım cevap ile şaşkınlığım bir kat daha artmıştı... 

Tüm çarşı Özbek, Kırkız, Kazak, Gürcü, kaynıyordu. O anda gerçekten Kapalı Çarşıda dolaşıyormuşuz gibi hissetmeye başlamış ve vatanımızdan bir parça olmasa da köklerimizden bir parça ile karşılaşmanın bir insanda ne kadar mutluluk yaratabildiğini anlamıştık. 

3 gün boyunca tüm alışverişlerimizi özellikle bu kişilerden yapıp, Asya’dan göçüp gelen atalarımızı, eski ve uzak akrabalarımızı andık. Bu anlar, içimde var olan özellikle Özbekistan ve Kazakistan merakımı arttırmaya yetmişti. 

Sabah yaşadığımız otel arama seansları esnasında yıllardır merak ettiğimiz Kremlin sarayının yanından geçmiştik. Kırmızı duvarları yanı sıra, bugüne kadar bize her Kremlin anlatıldığında gösterilen, soğan kubbeli kiliseyi de (Antalya yöresinde bile bu, soğan kubbeli kilise şeklinde Kremlin Palace diye bir tatil köyü var.) gördüğümüz den, ayrıca benzerlerini St Petersburg’da da yaşadığımızdan, hiç acele etmeden alışverişimizi tamamlayıp akşam üzere şehir merkezine indik. Hava artık daha erken kararıyor buralarda. Bizdeki İstiklal Caddesi gibi, meşhur bir ARBAT sokakları varmış. Biz de, meşhurluklarını anlamak istercesine, trafiğe kapalı Arbat sokağının bir ucundan girip diğer ucundan çıktık. Reji sandalyelerine yaslanmış, müşteri bekleyen sokak ressamları yanı sıra, çalgıcılar ve pantomimciler bahşiş kapmak üzerine sürekli gösteriler yapmaktaydılar. Sokakta onlarca hediyelik eşya dükkânlarını birinden, bir kaç buzdolabı süsü aldık. Güzel bir kafe de, sokaktan yayılan klasik müzik eşliğinde bir şeyler atıştırıp, bu sokağın sihir’i bulanıp akşam otelimize daha fazla yorulmadan geri döndük. 

Ertesi gün daha dinlenmiş olarak şehre kendimizi attığımızda, Kremlin’in haftanın tek kapalı günü olan Perşembe gününe denk geldiğimizden, şehrin başka sokaklarını parklarını ve Kızıl meydanı ve o dillerden düşmeyen metro duraklarını gezdik. Hani hep derler ya, Moskova ve Paris metrosu gibisi yok diye... Gerçekten de Paris metrosundan büyümüdür pek anlayamadık ama çok daha derinlere ve peronlar duvarlarını süslemeleri Paris metrosuna göre daha ihtişamlı yapılmıştı. Otelden aldığımız bir tanıtıcı metro haritası üzerinde, Moskova’nın en eskisi 1935 yılında yapılmış çok güzel bir kaç metro istasyonunu gezmeye karar verdik. Hiç yeryüzüne çıkmadan bir o durak bir bu durak giderek 2 saat yer altında köstebek gibi dolaşıp durduk. Bazen sadeliğine bazen de ihtişamına şaşırdığımız peronlar bugüne kadar duyduklarımızı haklı çıkarmaktaydı. Ancak yer altında bazen sıcaktan, bazen esen sert rüzgârlardan vücudumuz, biraz da deli gibi ses çıkararak giden gürültülü trenlerden kafamız yeterince ambale olmuştu. Kremlin meydanına en yakın metro istasyonundan yeryüzüne çıktığımızda, kömür ocaklarında çalışan madencilerin yaşadığı zorlukları bir derece de olsa hissetmiştik. 

O ana kadar yaşadıklarımız ve Rusya’da edindiğimiz yeni hislerimiz nedeni ile artık Kızıl meydan ve Kremlin bizde pek heyecan uyandırmıyordu. Bugün Kremlin Sarayının da kapalı olmasını bahane ederek, Kızık meydan ve etrafındaki Alexandre Bahçelerinde turlamayı yeğledik. Açıkçası Kremlin meydanını görmüş olduğuma üzülmeye başlamıştım. 40 yıldır kafamda büyüttüğüm meydan ve ahalisinin, beynimde yarattığım dünyadan çok daha ufak ve etkisiz olması, masalsı Rusya’nın hayallerimde boş yere büyüttüğümün gerçeğini görmeme neden olmuştu. 

Gerek saray etrafında gerek sarayın içinde, gerekse, Finlandiya sınırından geçtiğimiz andan itibaren gördüğümüz tüm büyüklüklerin ya da görünen tüm ihtişamın, halkın yaşantısına girmediğini görmemiz bizi şaşırtmıştı. Belki de Churchill’in dediği gibi, “Rusya her zaman bir paradokslar ülkesi, olmuş ve olmasına da devam etmektedir” cümlesi yanına bir de ben buna, bana ait olmasa da “Her halk istediği şekilde yönetilir” diye bir şey ekleyeyim. 

Kremlin sarayını gezerken içimiz birazda sıkıldı. Bir yandan Çar ve Çariçelerinin birinde vaftiz edildiği, diğerinde evlendirildiği, bir başkasında taç giydiği ve 4.’ünde de gömüldüğü kiliselerin ihtişamının yanında sönük kalan, Kremlin Palace (Parlamento Binası) Sarayı etrafındaki bahçelerini ve meşhur 200 tonluk hiç çalınmamış çanını acele etmeden geziyoruz. Kremlin sarayı içinde her yere gidemiyorsunuz. Hala kullanımda olan parlamentoları ve devlet erkânı saray içinde vızır vızır bir o tarafa bir bu tarafa gidip geliyorlar. Yoldan şaşan ve çalışma binalarına yanlışlıkla sapan gariban turistleri de saray muhafızları engelliyordu. Tabi ki bu anın ve protokol hareketliliğinin fotoğrafını çekme cesaretini gösteremediğim için sadece salına salına etrafımıza bakarak gezindiğimiz sarayın bir odasında Rus-Gürcistan savaşını detaylarını konuşulduğunu bilmek. Güney Oseta’ya indirilmiş askeri gücü ne şekilde Karadeniz sahillerinde tutup, Tiflis doğal gaz boru hattına daha yakın olmak gibi senaryolar tartışılırken çalan telefonum ile irkildim. 

Annem yine telefonun diğer ucunda heyecanla konuşuyordu... “Savaş çıkmış oralara da… Her gittiğin yerde bir olay çıkması şart mı canım? ” diye, Rus-Gürcistan savaşının sorumlusu olarak atandığım yeni durumumu kavramaya çalışırken, Esra durumu anlamış ve telefonu elimden alarak Kremlin sarayını güvencesinden filan bahsederek durumu kurtarmaya ve annemi yatıştırmayı başarmıştı. 

İklim ise annemi, oyuncu babaanne olarak tanıdığından, Rusların, Gürcü savaşını, açık deniz politikalarını, Asya enerji kaynaklarına olan ilgilerini bilmediğinden ve en önemlisi de Rusların kötü komünist safsataları ile büyümemiş olduğundan, Kızıl Meydan'ın göbeğine yapılmış Lenin mozolesi önünde ölenle ölünmez ki dercesine ağlayarak “Dondurma isterim” diye tutturmaya başladı. 

Bizim ufaklık, bir sürü yer gezmiş, birçok başka müze görmüş, farklı ırklardan arkadaşları olmuş olsa da bir Türk çocuğu olmanın mutluluğu ve şımarıklılığı ile Kremlin sarayının o meşhur Kızıl meydanında yerlerde yuvarlanıp duruyordu. 

Bazen heyecanlandığımız, bazen şaşırdığımız, çoğunlukla İklim’in yemek yemeden geçirdiği saatlerde hüzünlendiğimiz, acıkınca mamaa diye zırlaması ile sevindiğimiz bu gezimiz de, 4 başkenti görmenin yanı sıra birçok insan ile tokalaşmanın verdiği mutluluk yanı sıra bir sürü yeni öğreti kazanarak ülkemize dönerken tek dileğimiz vardı. 

Sağlıklı olalım ve yeni geziler planlayalım. 

Ağustos 2008