Dünyada her yer
farklıdır da, emininki 60’lı yıllarda Amerika’da başlayan kötü komünist, iyi
kapitalist vaazları etkisi ile 70’lerde sağ-sol çatışmalarını yaşamış, gözleri
önünde onlarca sol görüşlü üniversiteli ağabeylerinin öldüğünü görmüş, üniversiteye giderken sürekli
arkadan izleniyormuş endişesi ile büyümüş, komünistlere yandaşlık yapmayarak, iyi kapitalistlerden biri olup, sürekli kıçımı koruyarak büyümüş olan benim yaşıtlarım için Rusya her halde diğer her yerden çok ama çok farklı olsa gerek.
arkadan izleniyormuş endişesi ile büyümüş, komünistlere yandaşlık yapmayarak, iyi kapitalistlerden biri olup, sürekli kıçımı koruyarak büyümüş olan benim yaşıtlarım için Rusya her halde diğer her yerden çok ama çok farklı olsa gerek.
Daha vize alırken
başlayan baskısı ile sanki Bursa’dan itibaren KGB tarafından izleniyormuşum ve
her an kelepçelenecekmişim ve bir Rus hapishanesine atılacakmışım hisleri ile
Helsinki’den sabahın alaca karanlığında, St. Petersburg trenine bindik.
Vagonda bir sürü Cear
kılıklı petrol zengini, ukala Amerikalı turistlerin olması içimi rahatlatmıyor,
tam tersine CIA-KGB işbirliğinin dünyanın gözlerden uzak, kervan geçmez bu
Finlandiya–Rusya sınırda ne kadar kuvvetlendiğini hissettiriyordu. Sanki Doğu
ile Batı arasında casusluk yaparken yakalanan esirlerin değişimine gidiyormuşuz
gibiydim.
Kafamı hafiften
boynumun içine çekerek, yarı korkulu bir halde vagondaki yerimize oturdum. Her
ne sebeple olduğunu bir türlü anlayamadığım, karışıklıklar yüzünden, vize
şirketi, Esra’ya İstanbul, bana ise Trabzon Rus konsolosluğundan vize almış.
Davet edenler faklı, kalacağımız otel isimleri pasaportlarda ayrı isimler
olarak yazılmış halde karmaşıklıklar, gizemler, sefahatler ve bir zamanların
korkulu komünist ülkesi Rusya’ya doğru gidiyoruz.
İklim ise değil
komünistliğin baskısını hissetmek, özgür kapitalistlerin terbiye edilmiş
kuralcılığına bile aldırmadan gaz çıkararak, pofur pofur uyuyordu. 5 saat
sürecek, in ve cinlerin top oynadığı bu coğrafyada, tren fazla tıngırdamadan
sık ağaçlı Finlandiya ormanları içinden giderken kendimizi hala Avrupa’da
hissettiğimizden içim biraz olsun rahattı. Finlandiya- Rusya sınırını
askerlerinin gözetimi altında yavaş yavaş geçerken tren raylarından gelen
sesler de değişmeye başlamıştı. Tekerleklerden gelen tıngırdamaları tanır
gibiydim.
Bunlar bizim
memleketin açık ara raylarında ilerlerken “tangır-tungur-tak” üçlemesini yapan
seslerdi. Finlandiyalıların kaç milimlik tolerans ile tren rayı döşediklerini
bilmiyorum ama o kadar saat giderken tek bir tık, tak duymadığımız yolculukta
birden bu sesler ile karşılaştığımız da, Rusya bize ilk başkalığını göstermeye
başlamıştı.
Hemen yüzümü pencereye
döndürdüm.
Rusya adına ne
göreceksem görmeli, benim için gizemli bu dünyayı özümsemeliydim. Ağaçlar ve
yeşillikte en ufak bir değişiklik olmasa da, kışın yağan ve uzun süre kalkmayan
kar altında kırılmış çam ağaçları ve evlerin kulübemsi hali, bu yöredeki
hayatın zorluklarını gözler önüne seriyordu.
Gerçi bu ıssız
güzergâhta daha ne bekliyordum pek bilemedim ama gene de, soğuğu aynı soğuk,
kar aynı kar olduğuna göre, Finlandiya’daki evlerden daha az korunaklı ve
eskice olması, bir şeylerin değiştiğini hissettiriyordu.
Kompartımanda tek çıt
sesi çıkmıyor, ağır ağır ilerleyen trendeki tüm yolcular, tekerleklerden gelen
tangır-tungur un ardından duyulan takta bir sarsılıyordu. Amerikalıların
ukalalıkları gitmiş yerini sanki ölüm sessizliğine bırakmıştı. Ben içlerinden
hangisinin en rahat olduğunu ve o adamın ne zaman CIA’den verilen görevi yerine
getirmek için kalkıp Rus polisi ile pazarlık yapacağını merak ediyordum.
Birden kompartımanın
kapısı açıldı. Sakallı bir kaç Rus gümrük polisi yanı sıra, hani bir sürü Rus
filminde gördüğümüz geniş omuzlu, koca göğüslü ve geniş kalçalı Rus Kadın
polisler içeri daldılar. Adamlar, kadınların yanlarında tıfıl duruyorlardı.
Vagona binerken boynumun içine soktuğum kafamı, biraz daha içeri sokmak
istediysem de başarılı olamadım.
“ Pasaport! “ sesi ile
irkildim. Boynumda o sırada dışarı çıktı ve bende dikleştim. Dikleştim
dikleşmesine de, vize konusundaki karışıklığı nasıl anlatacağımı hala karar
verememişken, adam pasaportu aldı ve benim şaşkın bakışlarım altında
uzaklaşmaya başladı.
Kucağımda çocuk,
pasaportumun gidişini seyrederken Esra’ ile yüz yüze geldim. “Ne o? ”
diyecektim ki, benim endişeli halimi anladı. “Merak etme! İngilizce anons
yaptılar. Pasaportlara içeride damga vurup getireceklermiş” dediğinde yapılan
hiç bir anonsu duymadığımı anladım.
Biraz sonra salına
salına bir polis elinde pasaportlar ile içeri girdiğinde, çocukluk ya da
gençlik yıllarında yaşanmış olan korkuların insan üzerindeki etkilerinin bazen
ne kadar ağır olabileceğini düşünmeye başladım.
O sırada İklim uyandı.
“Suuuuu…” diye avazı çıktığı kadar bağırması ile tüm benliğimi saran korku
haleleri dağılmış yerini utanç kızarıklıklarına bırakmış idi.
Tabi bizim ufaklığın
yaşanmış bir korkusunun olmaması, benim bu halimi anlamasını engelliyordu. Esra
durumu anlamış olacak ki, elinde tüm vagonun pasaportlarını zor bela taşıyan
polisin elinden bizim pasaportları hızlıca çekip, aldı ve vize damgasına baktı.
Bir kısık çığlık eşliğinde Rusya giriş damgası basmışlar haberi ile içim biraz
olsun rahatlamıştı.
Sınırdan yavaş yavaş
uzaklaşmaya başlamışken trenin 40’dan 80-90’lı kilometreler çıkan hızı eşlinde
her bir takta daha sert salınarak St. Petersburg’a doğru yol almaya başladık.
Okuduklarımıza göre
daha açık bir şehir olan St. Petersburg, Rusya’nın Avrupa’ya açılan gözü
olduğunu nasıl hissedecektik bilmiyorum ama daha trenden indiğimiz anda metroya
gitmek için bebek arabasını, merdivenlerde sakat yolu olmadığı için
kucaklayarak indirmemiz, bu söylentinin ne derece gerçek olduğunu düşünmeme
neden olmuştu.
Rusça da Kiril
alfabesi yazılmış kelimelerin sesleri, Latin alfabesi ile yazılmış olarak
okunanın sesler ile aynı. Kelimelerin seslendirilmiş halinde sorun yokta
okunuşunda farklı alfabe kurallarına göre okuduğumuzdan yeterince sorun
oluyordu. H’nin N, N’nin İ, B’nin V olarak okunmasından dolayı, 3, 5 kelimeden
sonra Kiril alfabesini seslendirmeye çalışmak imkânsız hale geliyordu.
Ben, saldım çayıra,
Mevla’m kayıra tarzı İngilizceyi bırakmış herkes ile Türkçe konuşmaya
başlamıştım. Yılların tecrübesi ile aynı lisanı bilmeyen insanların en iyi
anlaştıkları durumun; kendi dillerinde konuşarak ama tek dil tipi olan vücut
dilini kullanarak çok daha kolay anlaşıldığını bilmekteyim.
Uzun ve çok dik
yürüyen bir merdiven ile nerede ise dünyanın arzına gidiyor gibiydik. Sıcak
öyle bunaltıcıydı ki, sanki magma tabakasının hemen üstündeydik. Zaten önyargı
ve korku ile geldiğim Rusya’da her olay beni iğreti etmeye yetiyordu.
Rusya metrosunun
büyüklüğü ve derinliği ile ilgili duyduğumuz hikâyeleri hatırladık. Alman
saldırılarına karşı yer altı sığınağı olsun diye yapılmaya başlanan bu
istasyonlara inerken kendimi Nazi kamplarında, gaz odalarına tek sıra giden
Yahudiler gibi hissettim. Yeryüzündeki 18-20 ºC'de ki sıcaklık yerini cehenneme
sıcağına bırakmıştı. Kan, ter içinde elimizdeki haritayı etrafta koşuşturan
Ruslara göstererek, bulduğumuz yönümüzü doğru kabul ederek metroyu beklemeye
başladık.
Bir uğultu gelemeye
başladı tünelinin derinliklerinden. Çok uzaklarda, tünelin ucunda metro
treninin ışığı görmüştüm ki, tren, Marilyn Monroe’nun eteklerinin
havalandıracak kadar kuvvetli bir rüzgâr yaratarak perona girmesi ile ani bir
fren yaparak durması bir oldu. O sırada içeridekilerin önce 30º öne, sonra 30º
arkaya yatmalarını biz şaşkın bakışlarla izliyorduk.
Daha şaşkınlığımız
geçmemişti ki, pata küte açılan kapıdan boşalan insan seli karşısında ezilmemek
için hepimiz birbirimize daha da yaklaşarak bir savunma gücü oluşturmuştuk.
Sanki Ruslar, büyük bir ordu ile Kafkasya cephesinden Kars’a gireceklerdi de,
bizde Sarıkamış’ta sınırı koruyan 3-5 yağız askerdik...
Tabii ki Rusların sert
mizaçlarının boş yere anlatılmadığını, doğanın zor şartları altında hafiften
kaba olduklarını, o anda, tüm savunma gücümüze rağmen bize ezerek geçmeye
çalışan Ruslardan anladık.
Şaşkınlıktan donup
kalmış halde, arkadan itelemelerin başlaması ile kendimizi sıkışık bir vagon
içinde bulduk. Kapı arkamızdan hızlıca kapandı. O kadar kısa zamanda, o kadar
çok şey yaşamıştık ki metronun peronda dururken insanların ne şekilde öne
arkaya yattığını unutmuştuk.
Aval aval etrafımıza
bakarken, Haydarpaşa-Halkalı seferini yapan trenler gibi hengâme, hantal tren
ani bir ivme ile hareket ettiğinde, etrafımız dolu olmasa, trende tanıştığımız
2 Türk bayan ile birlikte hepimiz yere kapaklanmış, yolculara da St. Petersburg
sirk palyaçoları olarak hizmet vermeye başlamış olacaktık.
Bir durak aktarma
yaparak geldiğimiz otelimize en yakın metro istasyonundan, bu sefer
cehennemden, cennetten çıkarcasına ama yine uzun bir yürüyen merdiven yolculuğu
eşliğinde yeryüzüne ulaştık. Sağ kapıdan mı sol kapıdan mı diye kumar oynayarak
çıktığımız istasyondan baktığımızda şaşırılacak şeylerin hiç bitmeyeceğini bize
anlatmak istercesine, devasa yapılarından biri olan Kazan Katedrali ile
karşılaştık. 2 sokak aşağıda otelimizin olması bizi heyecanlandırmıştı.
Barok ve Neo klasik
tarzı binalardan oluşmuş Nevsky bulvarın üzerinde karşı kaldırıma geçerken,
çocukluğumuzdan bu yana Kremlin sarayı görüntüsü olarak bizlere sunulan soğan
kubbeli Ortodoks kiliselerinden, St. Petersburg’un en büyük renkli soğan kuleli
kilisesi ile karşılaşmamız, kafamızdaki negatif ön yargıları yavaş yavaş
azaltmaya başlatmıştı.
Hava biraz puslu olsa
da, ilk yaşanan karmaşıkları da bir kenara bırakarak, otelimizin de tam
merkezde seçmiş olduğumdan biraz kendimle gurur duymaya başlamıştım.
Otele girdiğimizde bu
gezinin klasiği olarak, yoğun bir yolculuk sonunda yorulduğumuzdan, bir şeyler
yiyip öğle uykusuna yattık.
Her ne kadar üç gün
kaldığımız her yerde 1 gün hiç durmadan yağan yağmur nedeni ile %33 verim ile
bu geziyi yapabiliyor sakta, bunu bile yapabilmek için şimdi uyumalıyız deyip
akşam saat 6 ya kadar uyuduk. Haziran sonu, Temmuz başında yaşanan ünlü Beyaz
Geceleri biraz ucundan kaçırmış olsak da, güneşin hala gecenin yarısına doğru
batıyor olması daha gezilecek çok vakit olduğunu bilmemiz içimizi
rahatlatıyordu.
Salına salına akşamın
7’sinden sonra dolanmaya başladığımız St. Petersburg, bugüne kadar
okuduklarımıza hak verdirircesine tüm güzelliklerini gözlerimiz önüne sermeye
başlamış idi. Soğan kuleli kiliselerinin yanından geçerek çıktığımız Neva nehri
kıyıları, bize, St. Petersburg’a kitaplarda ne kadar haksızlık edildiğini
hissettirdi. Buraya Kuzeyin Venedik’i yerine Kuzeyin Paris’i demek bence hiçte
fazladan söylenmiş bir cümle değildir.
Belki sadece kent
içindeki kanallarda gezinen tekneler yüzünden bir Venedik, bir Amsterdam’a
benzer gibi olsa da, devası saray yapıları ve deniz gibi Neva Nehrinin kolları
içine yerleşmiş, ucu bucağı görülmeyen meydanları ile zamanın meşhur Çarları
Petro ve Ivan’ın ne kadar delilik yaparak bu şehri kurduklarını gösteriyordu.
Bu saraylar yapılırken
St. Petersburg’un nüfusunun 100.000 olduğunu bilmek, bu inşaatlarda bir dönem
40.000 kişi, başka bir dönemde ise 60.000 kişinin köle gibi çalıştırıldığını
düşünmek, inşaatları bitirmek için gerekli taşı bulmak için ise tüm Rusya’da
taş bina yapımını yasaklamak sadece deliliklerin bir kaçı olsa gerek...
Neva nehri kıyısında
ki, Hermitage Kışlık sarayının yanın ilerlerken karşı kıyıdaki kalabalık
ilgimizi çekti. Düğün dernek hesabı, eline şampanyasını kapan buraya doğru akın
ediyordu. Bu ada zamanın da Rus donanmasının denize açılma öncesinde saraya
selam durdukları limanmış.
Üzerindeki iki devası
fener sanki her taraf uçsuz bucaksız denizmiş gibi Baltık denizinden Neva
nehrine giren gemilere yön gösteriyormuş Karşıdaki Hermitage Sarayından Çar,
donamasını gurur ile seyreder, Rusya’nın açık denizlere ulaşmadaki başarısını
kutlarmış. Her şey bir tiyatro sahnesindeki dekorlar gibi. Bir güzellik bir
şaşaa var etrafta ama bir uyumsuzlukta var gibi. Daha tam anlayamamıştık
Rusya’yı ve St. Petersburg’u.
Bizde, salına salına
Dvortsovaya köprüsünden Vasileostrovskaya adasına geçtik. Donanma binası önüne
uzanmış geniş bir bahçe üzerinde bizde saraya selam durup, sokak düğününe
katıldık. Rusya’da evlenen çiftler, eline şarabı, şampanyayı alarak sokaklara
dökülür, sokaklarda dans eder, sarhoş olurlarmış. Tiril tiril elbiseleri ile
ellerinde ince şampanya bardaklı bir sürü güzel Rus hatunlara bakıyorum diye
Esra’dan bir fırça yedimse de, bu fırçaya değer deyip etraf bakmayı sürdürdüm.
Her saat başı Neva
nehrinin bir başka köşesinden atılan havai fişekler ve nehir üzerine kurulmuş
platformlar üzerindeki fıskiyeler ile yapılan su-ışık gösterileri ve yüksel
sesli açık hava kolonlarından yayınlanan klasik müzik eşliğinde yapılan danslar
ile St. Petersburg bir Avrupa şehri görünümünde olsa da içimizde bir
uyumsuzluğu hala hissediyorduk.
Biz, günde 3 öğünü
nerede ise tam olarak yiyor, üstüne üstelik sabah vitamin, akşam aspirin ile
günün yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalışıyorduk. İklim katı yemek yeme
alışkanlığına bile tam kazanamadan çıktığı bu gezide, ülkesinden bu kadar
uzakta, başka lezzetleri tabi ki bizim kadar hoş karşılamamış ve bazen öğünleri
atlamış bazen de günlük takviye olarak vermeye çalıştığımız meyveli yoğurt ya
da meyveleri yemeden akşamı etmişti.
Neyse ki, İsveç
köftesini gitmeden önce duymuşlukta, hem İsveç’te hem Finlandiya’da her
bulduğumuz anda ona bu köftelerden sık sık yedirmiş, ihtiyacı olan proteini
bolca vermiştik. Günlük vitaminlerini genel yaşantısındaki tozda sürekli ve
aksatmadan verdiysek de, 10 gün sonundan İklim’de de pil bitmiş, ateşi 39º
çıkmıştı. İşin zor tarafı burada köfte de ve pilav da yoktu. İklim’in vücudunu
nasıl kuvvetli tutacağımızı düşünmeye başladık.
Gece uyurken başlayan
aksırık, sabaha sıkı bir nezle eşliğinde kendini gösterince bugün hiç dışarı
çıkmama ve tam gün uyuma, yemek yeme kararı aldık. İklim arada bir kalksa da,
kafasını kaldıracak hali kendinde bulamamış olacak ki, oda bizimle birlikte
akşamın 5’ine kadar uyudu. Sabah bir ara kalkıp otel kahvaltısından aşırdığım
bir kaç dilim ekmek, salam ve peyniri öğle üzeri yiyip, tekrar uyumuş idik.
İklim de iki uyku arasında tekrar çikolatalı sütün ardından, vitamini ve ateş
düşürücülerini verip vücudunun mevcut olumsuz şartları yenmesini bekliyorduk.
Sürekli uyku ve yemek
kararının doğruluğu akşamüzeri kendisini göstermeye başladı. İklim biraz dinç
bir şeklide akşamüzerine doğru uyandığın da hala burnunu çekse de yüzünde bir
parıltı olması bizde sevindirmiş idi.
Bütün gece ve gündüz
havasız kalan oda biraz kokmaya başladıysa da, camı pencereyi açıp tekrar
üşütmekten korktuğumuzdan saunada yaşar gibi odada duruyorduk. İklim’in kendine
gelmesini bahane edip ve birazda oksijen alması gerektiğini düşündüğümüzden onu
iyice giydirip sadece otel çevresinde bir hava aldırıp ve bulabilirsek birde
bir market bulup, süt takviyesi yapmaya karar verdik. Hem bu arada da odayı
havalandırmalıydık. Yoksa bu seferde oksijensizlikten hasta olacaktık.
Rusya’da pencerelerden
bakarak binanın içinde ne var ne yok anlamak imkânsız. Kapılarında Kiril
alfabesi ile yazan tabelaları anlamadığımızdan neresi market, neresi çiçekçi
neresi mağaza olduğunu çevredeki tüm açık kapılardan kafamızı içeri sokarak
anlayabiliyorduk. üç bina yanda yerin altında bir market bulduğumuzda hem
sevindik hem de Rus yaşantısında marketin ve reklamın daha pek önemli
olmadığını anladık.
Bizdeki bakkallardan
biraz hallice büyük olan bu marketlerde birçok şey var gibiyse de, gene
karşımıza Kiril alfabesi çıkınca neyin ne olduğunu anlamak için tezgâhtar
kızlara Türkçe sorduk. Onlar da bize Rusça cevap vererek karşılıklı anlaştık
Bu marketten bu gece
tüketilecek temel gıdalar alınacaktı. Çikolatalı süt, meyveli yoğurt, ekmek,
yine çikolatalı bisküvi, meyve suyu, veeeee Rus votkası ile kırmızı Rus
havyarı....
Hani daha önceler de
havyar yemiş ve pekte sevmemiştim ya, gene de bu tersliğe de pek aklım
ermiyordu. Havyar denen şeyi neden ben sevmemiştim de dünya şampanya ve havyar
yüzünden birbiri ile kavga eden insanlarla doluydu? Vardır bir bildikleri diye
Rus kıza dondurulmuş balıkları, birde kenarda duran tavuk yumurtalarını
gösterip, ardında balığın karnını ve kıçını elimle sıkınca, kız lap diye havyar
istediğimi anladı.
İzle beni dercesine
eli ile işaret edip ilerdeki bir dolaba yaklaştı. Sanki dolap içinde
Katerina’nın elmaslarını saklarcasına bir asma kilit açıp, birde dolap kilidini
çevirerek, kapağı açtığında içerideki parıltılı kutuların içindeki kocaman
kırmızı havyarların hiç de bugüne kadar benim yediklerim olmadıklarını anladım.
Her biri bir çitlembik
tanesi büyüklüğündeki havyarların bildiklerimden farklı olduğunu en azından fiyatlarına
bakarak anlamam mümkün oldu. Gerçi yüzelli gramı Fransa’da otuz €, kendi
gümrüklerinde onaltı € olmasına rağmen, o marketteki en pahalı ürün olan
Kırmızı Havyarı yedi € aldığımda, neden daha fazla almadım diye hala yanarım.
Ne olur ne olmaz belki
sevmem diyerek en ufağını seçtiğim kırmızı havyarı almak istediğimde, pastaya
uzanan ele şamar vuran anne edası ile kız, elimi dolabın içerisine sokarken
geri ittirdi. Hemen kendisi ufak kırmız havyarı alıp, kasayı gösterdi.
Kendisi kasadaki
kadına havyarı teslim ederek kasaya gidin ödeyin dediğinde (tabi ki Rusça olduğundan
biz vucüt işaretleri ile anladık!), Esra’da bende kızı hala şaşkın bakışlarla
izliyorduk. Neyse durumu çabuk toparlayıp, birde bunun yanına votka gider deyip
kıza dönerek, başparmağımı kaldırıp ağzıma götürdüğümde, kız ilerideki votka
reyonunu bana gösterdi.
Bize votka ve havyar,
İklim’e Türkiye’den getirdiğimiz ev tarhanası ile güzel bir akşam yemeği
yediğimiz otel odasında, iyi bir uyku daha çekip ertesi güne kendimizi
hazırladık.
Sabah uyandığımda
kendimi iyi hissediyordum. İklim’in uyanmamış olmasına rağmen dün geceden beri
ateşi normal seviyeye inmiş idi. Hermitage önünde de en azından 1, 5 – 2 saat
sürecek bir kuyruk olduğunu evvelsi gün geçerken görmüştük. Ne olur ne olamaz
diye İklim ile kuyruğa girmemek için ben alelacele kahvaltı edip, Hermitage’da
ki sıraya girdim. Neyse ki otel saraya 2 sokak mesafe olduğundan, gişeye beş-on
kişi kaldığında telefon edip bizimkileri çağıracaktım.
İki saat süren kuyruk
sonuna yaklaştığımda bizimkiler benden önce davranıp telefon ettiler. Dinlenmiş
olarak yanıma geldiklerinde bilet gişesine sadece beş kişi kalmış idi.
Çarlığın şaşaasını
yaşatmak için oluşturulan Hermitage’ın görkemini ve onu yaratmak için ölen
köleleriyle eski Rusya’yı anlatmayı fotoğraflara bırakayım.
Ancak, orak-çekiçli
kızıl bayrakları, özgürlük, eşitlik ve egemenlik simgesi olan
beyaz-mavi-kırmızıya dönmüş olsa da, bir zamanların Çar ve Çariçeleri, sonranın
Polit Bürosu, şimdinin Enerji ve İnşaat sektörünün etkin kişilerinin varlığı, bin
yıldır bu topraklarda pekte bir şeyin değişmediğini, karın tokluğuna çalışan
halkı, arka sokakları gezinirken gördüklerimiz ile rahatlıkla anlayabiliyorduk.
Devasa yapıları ve
lüks sarayları ile bir Avrupa kenti yanı sıra bir tiyatro sahnesinin ihtişamlı
dekorlarını gezer gibi ağır aksak adımlarla gezdiğimiz St. Petersburg’da, İklim
her zamanki Kiki’liğini yaparak, Katerina’nın aşk ve meşk yaparak ülkeyi
yönettiği Hermitage Sarayının merdivenlerinde gerekli çocukluğunu yapmayı tabi
ki ihmal etmedi.
Sağlığımızın
düzelmesinin mutluluğu ile Moskova’ya doğru yola çıkmak üzere eşyaları almaya
otele dönerken, kafamızda hala, ön cephelerin muhteşemliği ile arka sokakların
vahim çelişkisi vardı. Rusya’nın Avrupa kapısı olan St. Petersburg’u, bu ön
cephe gibi kabul edersek orta bahçedeki Moskova’da karşılaşacaklarımızın merakı
ile Barok tarzı mimarisi ve Avrupa’nın en ünlü giyim mağazaları ile donanmış
ünlü Nevsky Caddesinden tren garına kadar yürüdük.
Ağustos 2008