Deli Petro'nun St Petersburg'u



Dünyada her yer farklıdır da, emininki 60’lı yıllarda Amerika’da başlayan kötü komünist, iyi kapitalist vaazları etkisi ile 70’lerde sağ-sol çatışmalarını yaşamış, gözleri önünde onlarca sol görüşlü üniversiteli ağabeylerinin öldüğünü görmüş, üniversiteye giderken sürekli
arkadan izleniyormuş endişesi ile büyümüş, komünistlere yandaşlık yapmayarak, iyi kapitalistlerden biri olup, sürekli kıçımı koruyarak büyümüş olan benim yaşıtlarım için Rusya her halde diğer her yerden çok ama çok farklı olsa gerek.
Daha vize alırken başlayan baskısı ile sanki Bursa’dan itibaren KGB tarafından izleniyormuşum ve her an kelepçelenecekmişim ve bir Rus hapishanesine atılacakmışım hisleri ile Helsinki’den sabahın alaca karanlığında, St. Petersburg trenine bindik.
Vagonda bir sürü Cear kılıklı petrol zengini, ukala Amerikalı turistlerin olması içimi rahatlatmıyor, tam tersine CIA-KGB işbirliğinin dünyanın gözlerden uzak, kervan geçmez bu Finlandiya–Rusya sınırda ne kadar kuvvetlendiğini hissettiriyordu. Sanki Doğu ile Batı arasında casusluk yaparken yakalanan esirlerin değişimine gidiyormuşuz gibiydim.
Kafamı hafiften boynumun içine çekerek, yarı korkulu bir halde vagondaki yerimize oturdum. Her ne sebeple olduğunu bir türlü anlayamadığım, karışıklıklar yüzünden, vize şirketi, Esra’ya İstanbul, bana ise Trabzon Rus konsolosluğundan vize almış. Davet edenler faklı, kalacağımız otel isimleri pasaportlarda ayrı isimler olarak yazılmış halde karmaşıklıklar, gizemler, sefahatler ve bir zamanların korkulu komünist ülkesi Rusya’ya doğru gidiyoruz.
İklim ise değil komünistliğin baskısını hissetmek, özgür kapitalistlerin terbiye edilmiş kuralcılığına bile aldırmadan gaz çıkararak, pofur pofur uyuyordu. 5 saat sürecek, in ve cinlerin top oynadığı bu coğrafyada, tren fazla tıngırdamadan sık ağaçlı Finlandiya ormanları içinden giderken kendimizi hala Avrupa’da hissettiğimizden içim biraz olsun rahattı. Finlandiya- Rusya sınırını askerlerinin gözetimi altında yavaş yavaş geçerken tren raylarından gelen sesler de değişmeye başlamıştı. Tekerleklerden gelen tıngırdamaları tanır gibiydim.
Bunlar bizim memleketin açık ara raylarında ilerlerken “tangır-tungur-tak” üçlemesini yapan seslerdi. Finlandiyalıların kaç milimlik tolerans ile tren rayı döşediklerini bilmiyorum ama o kadar saat giderken tek bir tık, tak duymadığımız yolculukta birden bu sesler ile karşılaştığımız da, Rusya bize ilk başkalığını göstermeye başlamıştı.
Hemen yüzümü pencereye döndürdüm.
Rusya adına ne göreceksem görmeli, benim için gizemli bu dünyayı özümsemeliydim. Ağaçlar ve yeşillikte en ufak bir değişiklik olmasa da, kışın yağan ve uzun süre kalkmayan kar altında kırılmış çam ağaçları ve evlerin kulübemsi hali, bu yöredeki hayatın zorluklarını gözler önüne seriyordu.
Gerçi bu ıssız güzergâhta daha ne bekliyordum pek bilemedim ama gene de, soğuğu aynı soğuk, kar aynı kar olduğuna göre, Finlandiya’daki evlerden daha az korunaklı ve eskice olması, bir şeylerin değiştiğini hissettiriyordu.
Kompartımanda tek çıt sesi çıkmıyor, ağır ağır ilerleyen trendeki tüm yolcular, tekerleklerden gelen tangır-tungur un ardından duyulan takta bir sarsılıyordu. Amerikalıların ukalalıkları gitmiş yerini sanki ölüm sessizliğine bırakmıştı. Ben içlerinden hangisinin en rahat olduğunu ve o adamın ne zaman CIA’den verilen görevi yerine getirmek için kalkıp Rus polisi ile pazarlık yapacağını merak ediyordum.
Birden kompartımanın kapısı açıldı. Sakallı bir kaç Rus gümrük polisi yanı sıra, hani bir sürü Rus filminde gördüğümüz geniş omuzlu, koca göğüslü ve geniş kalçalı Rus Kadın polisler içeri daldılar. Adamlar, kadınların yanlarında tıfıl duruyorlardı. Vagona binerken boynumun içine soktuğum kafamı, biraz daha içeri sokmak istediysem de başarılı olamadım.
“ Pasaport! “ sesi ile irkildim. Boynumda o sırada dışarı çıktı ve bende dikleştim. Dikleştim dikleşmesine de, vize konusundaki karışıklığı nasıl anlatacağımı hala karar verememişken, adam pasaportu aldı ve benim şaşkın bakışlarım altında uzaklaşmaya başladı.
Kucağımda çocuk, pasaportumun gidişini seyrederken Esra’ ile yüz yüze geldim. “Ne o? ” diyecektim ki, benim endişeli halimi anladı. “Merak etme! İngilizce anons yaptılar. Pasaportlara içeride damga vurup getireceklermiş” dediğinde yapılan hiç bir anonsu duymadığımı anladım.
Biraz sonra salına salına bir polis elinde pasaportlar ile içeri girdiğinde, çocukluk ya da gençlik yıllarında yaşanmış olan korkuların insan üzerindeki etkilerinin bazen ne kadar ağır olabileceğini düşünmeye başladım.
O sırada İklim uyandı. “Suuuuu…” diye avazı çıktığı kadar bağırması ile tüm benliğimi saran korku haleleri dağılmış yerini utanç kızarıklıklarına bırakmış idi.
Tabi bizim ufaklığın yaşanmış bir korkusunun olmaması, benim bu halimi anlamasını engelliyordu. Esra durumu anlamış olacak ki, elinde tüm vagonun pasaportlarını zor bela taşıyan polisin elinden bizim pasaportları hızlıca çekip, aldı ve vize damgasına baktı. Bir kısık çığlık eşliğinde Rusya giriş damgası basmışlar haberi ile içim biraz olsun rahatlamıştı.
Sınırdan yavaş yavaş uzaklaşmaya başlamışken trenin 40’dan 80-90’lı kilometreler çıkan hızı eşlinde her bir takta daha sert salınarak St. Petersburg’a doğru yol almaya başladık.
Okuduklarımıza göre daha açık bir şehir olan St. Petersburg, Rusya’nın Avrupa’ya açılan gözü olduğunu nasıl hissedecektik bilmiyorum ama daha trenden indiğimiz anda metroya gitmek için bebek arabasını, merdivenlerde sakat yolu olmadığı için kucaklayarak indirmemiz, bu söylentinin ne derece gerçek olduğunu düşünmeme neden olmuştu.
Rusça da Kiril alfabesi yazılmış kelimelerin sesleri, Latin alfabesi ile yazılmış olarak okunanın sesler ile aynı. Kelimelerin seslendirilmiş halinde sorun yokta okunuşunda farklı alfabe kurallarına göre okuduğumuzdan yeterince sorun oluyordu. H’nin N, N’nin İ, B’nin V olarak okunmasından dolayı, 3, 5 kelimeden sonra Kiril alfabesini seslendirmeye çalışmak imkânsız hale geliyordu.
Ben, saldım çayıra, Mevla’m kayıra tarzı İngilizceyi bırakmış herkes ile Türkçe konuşmaya başlamıştım. Yılların tecrübesi ile aynı lisanı bilmeyen insanların en iyi anlaştıkları durumun; kendi dillerinde konuşarak ama tek dil tipi olan vücut dilini kullanarak çok daha kolay anlaşıldığını bilmekteyim.
Uzun ve çok dik yürüyen bir merdiven ile nerede ise dünyanın arzına gidiyor gibiydik. Sıcak öyle bunaltıcıydı ki, sanki magma tabakasının hemen üstündeydik. Zaten önyargı ve korku ile geldiğim Rusya’da her olay beni iğreti etmeye yetiyordu.
Rusya metrosunun büyüklüğü ve derinliği ile ilgili duyduğumuz hikâyeleri hatırladık. Alman saldırılarına karşı yer altı sığınağı olsun diye yapılmaya başlanan bu istasyonlara inerken kendimi Nazi kamplarında, gaz odalarına tek sıra giden Yahudiler gibi hissettim. Yeryüzündeki 18-20 ºC'de ki sıcaklık yerini cehenneme sıcağına bırakmıştı. Kan, ter içinde elimizdeki haritayı etrafta koşuşturan Ruslara göstererek, bulduğumuz yönümüzü doğru kabul ederek metroyu beklemeye başladık.
Bir uğultu gelemeye başladı tünelinin derinliklerinden. Çok uzaklarda, tünelin ucunda metro treninin ışığı görmüştüm ki, tren, Marilyn Monroe’nun eteklerinin havalandıracak kadar kuvvetli bir rüzgâr yaratarak perona girmesi ile ani bir fren yaparak durması bir oldu. O sırada içeridekilerin önce 30º öne, sonra 30º arkaya yatmalarını biz şaşkın bakışlarla izliyorduk.
Daha şaşkınlığımız geçmemişti ki, pata küte açılan kapıdan boşalan insan seli karşısında ezilmemek için hepimiz birbirimize daha da yaklaşarak bir savunma gücü oluşturmuştuk. Sanki Ruslar, büyük bir ordu ile Kafkasya cephesinden Kars’a gireceklerdi de, bizde Sarıkamış’ta sınırı koruyan 3-5 yağız askerdik...
Tabii ki Rusların sert mizaçlarının boş yere anlatılmadığını, doğanın zor şartları altında hafiften kaba olduklarını, o anda, tüm savunma gücümüze rağmen bize ezerek geçmeye çalışan Ruslardan anladık.
Şaşkınlıktan donup kalmış halde, arkadan itelemelerin başlaması ile kendimizi sıkışık bir vagon içinde bulduk. Kapı arkamızdan hızlıca kapandı. O kadar kısa zamanda, o kadar çok şey yaşamıştık ki metronun peronda dururken insanların ne şekilde öne arkaya yattığını unutmuştuk.
Aval aval etrafımıza bakarken, Haydarpaşa-Halkalı seferini yapan trenler gibi hengâme, hantal tren ani bir ivme ile hareket ettiğinde, etrafımız dolu olmasa, trende tanıştığımız 2 Türk bayan ile birlikte hepimiz yere kapaklanmış, yolculara da St. Petersburg sirk palyaçoları olarak hizmet vermeye başlamış olacaktık.
Bir durak aktarma yaparak geldiğimiz otelimize en yakın metro istasyonundan, bu sefer cehennemden, cennetten çıkarcasına ama yine uzun bir yürüyen merdiven yolculuğu eşliğinde yeryüzüne ulaştık. Sağ kapıdan mı sol kapıdan mı diye kumar oynayarak çıktığımız istasyondan baktığımızda şaşırılacak şeylerin hiç bitmeyeceğini bize anlatmak istercesine, devasa yapılarından biri olan Kazan Katedrali ile karşılaştık. 2 sokak aşağıda otelimizin olması bizi heyecanlandırmıştı.
Barok ve Neo klasik tarzı binalardan oluşmuş Nevsky bulvarın üzerinde karşı kaldırıma geçerken, çocukluğumuzdan bu yana Kremlin sarayı görüntüsü olarak bizlere sunulan soğan kubbeli Ortodoks kiliselerinden, St. Petersburg’un en büyük renkli soğan kuleli kilisesi ile karşılaşmamız, kafamızdaki negatif ön yargıları yavaş yavaş azaltmaya başlatmıştı.
Hava biraz puslu olsa da, ilk yaşanan karmaşıkları da bir kenara bırakarak, otelimizin de tam merkezde seçmiş olduğumdan biraz kendimle gurur duymaya başlamıştım.
Otele girdiğimizde bu gezinin klasiği olarak, yoğun bir yolculuk sonunda yorulduğumuzdan, bir şeyler yiyip öğle uykusuna yattık.
Her ne kadar üç gün kaldığımız her yerde 1 gün hiç durmadan yağan yağmur nedeni ile %33 verim ile bu geziyi yapabiliyor sakta, bunu bile yapabilmek için şimdi uyumalıyız deyip akşam saat 6 ya kadar uyuduk. Haziran sonu, Temmuz başında yaşanan ünlü Beyaz Geceleri biraz ucundan kaçırmış olsak da, güneşin hala gecenin yarısına doğru batıyor olması daha gezilecek çok vakit olduğunu bilmemiz içimizi rahatlatıyordu.
Salına salına akşamın 7’sinden sonra dolanmaya başladığımız St. Petersburg, bugüne kadar okuduklarımıza hak verdirircesine tüm güzelliklerini gözlerimiz önüne sermeye başlamış idi. Soğan kuleli kiliselerinin yanından geçerek çıktığımız Neva nehri kıyıları, bize, St. Petersburg’a kitaplarda ne kadar haksızlık edildiğini hissettirdi. Buraya Kuzeyin Venedik’i yerine Kuzeyin Paris’i demek bence hiçte fazladan söylenmiş bir cümle değildir.
Belki sadece kent içindeki kanallarda gezinen tekneler yüzünden bir Venedik, bir Amsterdam’a benzer gibi olsa da, devası saray yapıları ve deniz gibi Neva Nehrinin kolları içine yerleşmiş, ucu bucağı görülmeyen meydanları ile zamanın meşhur Çarları Petro ve Ivan’ın ne kadar delilik yaparak bu şehri kurduklarını gösteriyordu.
Bu saraylar yapılırken St. Petersburg’un nüfusunun 100.000 olduğunu bilmek, bu inşaatlarda bir dönem 40.000 kişi, başka bir dönemde ise 60.000 kişinin köle gibi çalıştırıldığını düşünmek, inşaatları bitirmek için gerekli taşı bulmak için ise tüm Rusya’da taş bina yapımını yasaklamak sadece deliliklerin bir kaçı olsa gerek...
Neva nehri kıyısında ki, Hermitage Kışlık sarayının yanın ilerlerken karşı kıyıdaki kalabalık ilgimizi çekti. Düğün dernek hesabı, eline şampanyasını kapan buraya doğru akın ediyordu. Bu ada zamanın da Rus donanmasının denize açılma öncesinde saraya selam durdukları limanmış.
Üzerindeki iki devası fener sanki her taraf uçsuz bucaksız denizmiş gibi Baltık denizinden Neva nehrine giren gemilere yön gösteriyormuş Karşıdaki Hermitage Sarayından Çar, donamasını gurur ile seyreder, Rusya’nın açık denizlere ulaşmadaki başarısını kutlarmış. Her şey bir tiyatro sahnesindeki dekorlar gibi. Bir güzellik bir şaşaa var etrafta ama bir uyumsuzlukta var gibi. Daha tam anlayamamıştık Rusya’yı ve St. Petersburg’u.
Bizde, salına salına Dvortsovaya köprüsünden Vasileostrovskaya adasına geçtik. Donanma binası önüne uzanmış geniş bir bahçe üzerinde bizde saraya selam durup, sokak düğününe katıldık. Rusya’da evlenen çiftler, eline şarabı, şampanyayı alarak sokaklara dökülür, sokaklarda dans eder, sarhoş olurlarmış. Tiril tiril elbiseleri ile ellerinde ince şampanya bardaklı bir sürü güzel Rus hatunlara bakıyorum diye Esra’dan bir fırça yedimse de, bu fırçaya değer deyip etraf bakmayı sürdürdüm.
Her saat başı Neva nehrinin bir başka köşesinden atılan havai fişekler ve nehir üzerine kurulmuş platformlar üzerindeki fıskiyeler ile yapılan su-ışık gösterileri ve yüksel sesli açık hava kolonlarından yayınlanan klasik müzik eşliğinde yapılan danslar ile St. Petersburg bir Avrupa şehri görünümünde olsa da içimizde bir uyumsuzluğu hala hissediyorduk.
Biz, günde 3 öğünü nerede ise tam olarak yiyor, üstüne üstelik sabah vitamin, akşam aspirin ile günün yorgunluğunu üzerimizden atmaya çalışıyorduk. İklim katı yemek yeme alışkanlığına bile tam kazanamadan çıktığı bu gezide, ülkesinden bu kadar uzakta, başka lezzetleri tabi ki bizim kadar hoş karşılamamış ve bazen öğünleri atlamış bazen de günlük takviye olarak vermeye çalıştığımız meyveli yoğurt ya da meyveleri yemeden akşamı etmişti.
Neyse ki, İsveç köftesini gitmeden önce duymuşlukta, hem İsveç’te hem Finlandiya’da her bulduğumuz anda ona bu köftelerden sık sık yedirmiş, ihtiyacı olan proteini bolca vermiştik. Günlük vitaminlerini genel yaşantısındaki tozda sürekli ve aksatmadan verdiysek de, 10 gün sonundan İklim’de de pil bitmiş, ateşi 39º çıkmıştı. İşin zor tarafı burada köfte de ve pilav da yoktu. İklim’in vücudunu nasıl kuvvetli tutacağımızı düşünmeye başladık.
Gece uyurken başlayan aksırık, sabaha sıkı bir nezle eşliğinde kendini gösterince bugün hiç dışarı çıkmama ve tam gün uyuma, yemek yeme kararı aldık. İklim arada bir kalksa da, kafasını kaldıracak hali kendinde bulamamış olacak ki, oda bizimle birlikte akşamın 5’ine kadar uyudu. Sabah bir ara kalkıp otel kahvaltısından aşırdığım bir kaç dilim ekmek, salam ve peyniri öğle üzeri yiyip, tekrar uyumuş idik. İklim de iki uyku arasında tekrar çikolatalı sütün ardından, vitamini ve ateş düşürücülerini verip vücudunun mevcut olumsuz şartları yenmesini bekliyorduk.
Sürekli uyku ve yemek kararının doğruluğu akşamüzeri kendisini göstermeye başladı. İklim biraz dinç bir şeklide akşamüzerine doğru uyandığın da hala burnunu çekse de yüzünde bir parıltı olması bizde sevindirmiş idi.
Bütün gece ve gündüz havasız kalan oda biraz kokmaya başladıysa da, camı pencereyi açıp tekrar üşütmekten korktuğumuzdan saunada yaşar gibi odada duruyorduk. İklim’in kendine gelmesini bahane edip ve birazda oksijen alması gerektiğini düşündüğümüzden onu iyice giydirip sadece otel çevresinde bir hava aldırıp ve bulabilirsek birde bir market bulup, süt takviyesi yapmaya karar verdik. Hem bu arada da odayı havalandırmalıydık. Yoksa bu seferde oksijensizlikten hasta olacaktık.
Rusya’da pencerelerden bakarak binanın içinde ne var ne yok anlamak imkânsız. Kapılarında Kiril alfabesi ile yazan tabelaları anlamadığımızdan neresi market, neresi çiçekçi neresi mağaza olduğunu çevredeki tüm açık kapılardan kafamızı içeri sokarak anlayabiliyorduk. üç bina yanda yerin altında bir market bulduğumuzda hem sevindik hem de Rus yaşantısında marketin ve reklamın daha pek önemli olmadığını anladık.
Bizdeki bakkallardan biraz hallice büyük olan bu marketlerde birçok şey var gibiyse de, gene karşımıza Kiril alfabesi çıkınca neyin ne olduğunu anlamak için tezgâhtar kızlara Türkçe sorduk. Onlar da bize Rusça cevap vererek karşılıklı anlaştık
Bu marketten bu gece tüketilecek temel gıdalar alınacaktı. Çikolatalı süt, meyveli yoğurt, ekmek, yine çikolatalı bisküvi, meyve suyu, veeeee Rus votkası ile kırmızı Rus havyarı....
Hani daha önceler de havyar yemiş ve pekte sevmemiştim ya, gene de bu tersliğe de pek aklım ermiyordu. Havyar denen şeyi neden ben sevmemiştim de dünya şampanya ve havyar yüzünden birbiri ile kavga eden insanlarla doluydu? Vardır bir bildikleri diye Rus kıza dondurulmuş balıkları, birde kenarda duran tavuk yumurtalarını gösterip, ardında balığın karnını ve kıçını elimle sıkınca, kız lap diye havyar istediğimi anladı.
İzle beni dercesine eli ile işaret edip ilerdeki bir dolaba yaklaştı. Sanki dolap içinde Katerina’nın elmaslarını saklarcasına bir asma kilit açıp, birde dolap kilidini çevirerek, kapağı açtığında içerideki parıltılı kutuların içindeki kocaman kırmızı havyarların hiç de bugüne kadar benim yediklerim olmadıklarını anladım.
Her biri bir çitlembik tanesi büyüklüğündeki havyarların bildiklerimden farklı olduğunu en azından fiyatlarına bakarak anlamam mümkün oldu. Gerçi yüzelli gramı Fransa’da otuz €, kendi gümrüklerinde onaltı € olmasına rağmen, o marketteki en pahalı ürün olan Kırmızı Havyarı yedi € aldığımda, neden daha fazla almadım diye hala yanarım.
Ne olur ne olmaz belki sevmem diyerek en ufağını seçtiğim kırmızı havyarı almak istediğimde, pastaya uzanan ele şamar vuran anne edası ile kız, elimi dolabın içerisine sokarken geri ittirdi. Hemen kendisi ufak kırmız havyarı alıp, kasayı gösterdi.
Kendisi kasadaki kadına havyarı teslim ederek kasaya gidin ödeyin dediğinde (tabi ki Rusça olduğundan biz vucüt işaretleri ile anladık!), Esra’da bende kızı hala şaşkın bakışlarla izliyorduk. Neyse durumu çabuk toparlayıp, birde bunun yanına votka gider deyip kıza dönerek, başparmağımı kaldırıp ağzıma götürdüğümde, kız ilerideki votka reyonunu bana gösterdi.
Bize votka ve havyar, İklim’e Türkiye’den getirdiğimiz ev tarhanası ile güzel bir akşam yemeği yediğimiz otel odasında, iyi bir uyku daha çekip ertesi güne kendimizi hazırladık.
Sabah uyandığımda kendimi iyi hissediyordum. İklim’in uyanmamış olmasına rağmen dün geceden beri ateşi normal seviyeye inmiş idi. Hermitage önünde de en azından 1, 5 – 2 saat sürecek bir kuyruk olduğunu evvelsi gün geçerken görmüştük. Ne olur ne olamaz diye İklim ile kuyruğa girmemek için ben alelacele kahvaltı edip, Hermitage’da ki sıraya girdim. Neyse ki otel saraya 2 sokak mesafe olduğundan, gişeye beş-on kişi kaldığında telefon edip bizimkileri çağıracaktım.
İki saat süren kuyruk sonuna yaklaştığımda bizimkiler benden önce davranıp telefon ettiler. Dinlenmiş olarak yanıma geldiklerinde bilet gişesine sadece beş kişi kalmış idi.
Çarlığın şaşaasını yaşatmak için oluşturulan Hermitage’ın görkemini ve onu yaratmak için ölen köleleriyle eski Rusya’yı anlatmayı fotoğraflara bırakayım.
Ancak, orak-çekiçli kızıl bayrakları, özgürlük, eşitlik ve egemenlik simgesi olan beyaz-mavi-kırmızıya dönmüş olsa da, bir zamanların Çar ve Çariçeleri, sonranın Polit Bürosu, şimdinin Enerji ve İnşaat sektörünün etkin kişilerinin varlığı, bin yıldır bu topraklarda pekte bir şeyin değişmediğini, karın tokluğuna çalışan halkı, arka sokakları gezinirken gördüklerimiz ile rahatlıkla anlayabiliyorduk.
Devasa yapıları ve lüks sarayları ile bir Avrupa kenti yanı sıra bir tiyatro sahnesinin ihtişamlı dekorlarını gezer gibi ağır aksak adımlarla gezdiğimiz St. Petersburg’da, İklim her zamanki Kiki’liğini yaparak, Katerina’nın aşk ve meşk yaparak ülkeyi yönettiği Hermitage Sarayının merdivenlerinde gerekli çocukluğunu yapmayı tabi ki ihmal etmedi.
Sağlığımızın düzelmesinin mutluluğu ile Moskova’ya doğru yola çıkmak üzere eşyaları almaya otele dönerken, kafamızda hala, ön cephelerin muhteşemliği ile arka sokakların vahim çelişkisi vardı. Rusya’nın Avrupa kapısı olan St. Petersburg’u, bu ön cephe gibi kabul edersek orta bahçedeki Moskova’da karşılaşacaklarımızın merakı ile Barok tarzı mimarisi ve Avrupa’nın en ünlü giyim mağazaları ile donanmış ünlü Nevsky Caddesinden tren garına kadar yürüdük.

Ağustos 2008