Seul_1

Asya'nın geç fark ettiğimiz incisi Seul...
Bu sefer yola, son dönemde içinde bulunduğumuz Anadolu coğrafyasında yaşananların tüm dünyada olduğu zannederek çıkıyoruz!
Hani dünyayı yakinen takip eden televizyon kanallarımız, twiter’larımız, facebook’larımız, her bilgiyi anında alabildiğimiz cep teknolojilerimiz var ya… Dünyanın bizden farklı olmadığını düşünerek biraz da hüzünlüyüz bu yolculukta.

Uzun bir uçak yolculuğu bizi bekliyor.

Türk Hava Yollarının en uzun uçuşlarından birini gerçekleştirecek olmanın bir yarım endişesi var içimizde. Bir de böyle bir uzun yol denemesinin ardından içimizde uyanacak duygu yükünün ne olacağının merak ediyoruz.

Uçağa orta kapıdan binip, biletimiz ekonomi sınıfında olduğundan kuyruk kısmına doğru yönleniyoruz. Artık dünya nüfusu, 45 sene uçağa ilk defa uçağa bindiğim zamanlar gibi 5,5 milyar insandan oluşmuyor. Bugün 7 milyar insana çıktığı söylentilerinin yanı sıra bir de uçanların sayısı da katlanarak arttığından, yetmezmiş gibi bir de ucuza uçurmak adına otobüs gibi tıka basa yolcu doldurulmak için koltuk araları iyicene daraltılmış koltuklara zar zor sığıyoruz.

Hani başka bir seferde, şans eseri son dakikada bir uçağa yetişmiş ve uçakta yer olmadığı için Business’da uçmuşluğumuz da olmasa şansımıza isyan edeceğiz ama bu seferde böyleymiş deyip tamamıyla dolu olan uçakta yerlerimize oturuyoruz.

10 saat uçacağız… Arada bir kalkıp vücut jimnastiği yaparak ve bol bol su içerek ve aynı anda gece bindiğimizden derin bir uyku çekerek yolculuğumuzu tamamlayıp Seul’un 50 km uzağında Sarı Çin Denizi üzerindeki bir adaya inşa edilmiş Incheon Havaalanına doğru alçalmaya başlıyoruz. Gökyüzü çok ama çok puslu. Havada ağır bir nem olduğu daha uçak içinden anlaşılıyor. Temmuz - Ağustos ayları bu yöre için çok da makul gezilecek zamanlar değil. Asya’nın Musonlar etkisinde kaldığı bu süreç de bol yağış ve yoğun bir nem ortamında pek gelmemek lazım ama tatile ancak bu zamanda çıkabildiğimizden bizim seçim şansımız yok gibiydi.

Kışında kar olasılığının fazla olduğu Kore’nin en iyi zamanın ilkbahar ve ekim sonrası sonbahar olarak tanımlıyorlar. Biz, “Olsun bu havada da yaşanacaklar vardır.” deyip geldiğimizi Seul’a yavaş yavaş yaklaşıyoruz.

Yer göründüğünde, yemyeşil ormanlarla dolu adalar ve denizin üstünde suların yüzeyini aşmış kumsalları geçerek sanki denize inecekmişçesine tekerlekler tam suya değecekken başlayan Incheon havaalanına rahat bir şekilde iniyoruz.

Türklere vize olmaması seçim kriterlerimizin başına getirmişti Güney Kore’yi. Bildik sınır geçişlerini tamamlıyoruz. Ardından şehre gitmenin 2 yolundan birisi metro,  diğeri daha hızlı ve lüks olan tren sisteminden hava karardığından otele geç de kalmamak adına hızlı olan Arex’i seçiyor ve 40 dakikada, uçaktan çok daha rahat ve parfüm kokan klimalı bir hızlı tren ile 1 tam bilete  8.000 Won’a ödeyerek Seul’a varıyoruz.

Hani ayrılırken aklımız Anadolu’da yaşanan gerginlikler olduğundan gelmeden de burası adına Kuzey/Güney Kore’nin aralarında bir ateşkes olmuş olsa da barış anlaşması yapılmadığından her an patlayabilecek bir savaş olasılığını okumuştuk. Buralarda da benzer vahşi TV görüntüleri ile karşılaşacak mıyız, ya da şehirde  “vatan bölünmez” naraları atan Koreli gençler görür müyüz diye etrafa ve trende yayın yapan televizyon kanalına gözümüz takılıyor.

Görmüyoruz hiç böyle bir şey…

Para, ücret mukayesesini, Kore enflasyonist bir ülke olduğu için gelecek günlerde bu yazıyı okuyanlar farklı değerlerle karşılaşmaması adına şu şekilde açıklamaya çalışayım. Türkiye’de hangi ortamda ne yapmak için kaç TL harcıyorsanız Kore’de de aynı değerde harcanıyor, ancak Kore para birimi Won’a “000-3 sıfır” koyunuz.  Yani 1 lt su=1.000 won – 1 kutu kola=1.000 won – 1 otobüs/metro bileti   1.250 won – 1 gece hostel konaklama kişi başına 20.000 won - 1 BigMac menü =9.000 won  gibi…

Satın alma değer eşitliğine göre bakıldığında, 3 sıfırı göz ardı edince Kore=Türkiye denebilir. Ancak 1.000 won= 2,5 TL olması alacağımız her şeyi değiştiriyor. Kore’de alacağımız bir ürünü Türkiye’nin 2,5 katına sahip olabileceğimizden bir Avrupa ülkesi gibi pahalı bir ülke…

Bu neden ile seyahatimizin her anında bize göre pahalı değerlerle karşılaştığımızdan hele hele gezimizi turistik amaçla, 25 lt‘lik birer ufak sırt çantası ile yaptığımızdan alsak da koyacak yerimiz olmaması nedeniyle alışveriş içine hiç girmemeye karar veriyoruz.

Kore ve dolayısı ile Başkent Seul, raylı metro sistemlerinde Asya’da almış başını gitmiş şehirlerin başında. Seul olimpiyatlarında da tüm tabelaları Korece & İngilizce yazdırıldığından ve bir de ülkenin her yerinde düzen hâkim olduğundan taşımada hiçbir zorluk çekmeyeceğimizi, bir Avrupa şehrinde gezinir gibi gezine bileceğimizi anlıyoruz.

Arex treni bizi şehrin merkez istasyonuna, Seul Station’a getiriyor. 10 farklı metro sisteminin bir örümcek ağı gibi kapladığı Seul’da kalacağımız yere, bizde ki karşılığı Sultan Ahmet Semti olan Jong-Gu’ya (Gu; semt demek) gitmek için 3 numaralı metroya biniyoruz.

Seul’da 3 tip metro kartı kullanıla biliniyor. Bunlardan ilki, uzun süreli ve çok seferli kullanımlarda avantaj sağlayacak ve her binişte 100 won (0,25 TL) indirimli yolculuk yaptıran “T-Money” taşıma kartlardan alınıyor. Aynı İstanbul, Bursa, Ankara’da kullanılan yükleme yapılan taşıma kartları gibi. Diğeri her seferinde gideceğiniz yönü otomatik makinalardan seçerek, ancak her bir karta 500 won depozito ödeyip yolculuğun sonunda bir depozito makinasına atıldığında baştan verdiğimiz 500 won’u geri alına bilinen, tek seferlik bilet şekli. Bir diğer 3.sü ise Korail-Pass denilen, metro ile trenlere gün başına bedava binilen (1-3-5-7 günlükleri olan)  ama baştan gün başına toplu ve yüksek bir para ödenen bir sistem. Eğer aynı gün içinde hem tren hem metro yolculuğu yapacaksanız mantıklı olabilir ama bu yöntem çok iyi plan yapmadıkça yarardan çok zarar olan, biraz da baştan yüklü para vermek gerektiğinden çok da cazip olmayan bir yöntem.

Biz ikinci sistemi, İklim’in bu metro sistemi öğrenmesi adına seçtik. Her seferinde nereye gideceksek otomatik bilet alma makinalarından İngilizce menü kullanımını İklim’e yaptırıyor parayı onun alıp vermesini sağlayıp, yolculuk sonunda kart başına geri alınan 500 won (1,25 TL) depozitoyu, hem kendisine harçlık olarak almasını sağlıyor, hem ona metro sistemini öğretiyoruz.  Aynı anda hat/durak seçimleri yaparken yer isimlerini İklim’e bulması adına telaffuz etmeye çalışırken, bunu beceremeyince makine başında gülmeye başlayan 3 kişiye garip garip bakan Korelileri gördükçe, daha da artan gülmelerimiz ile pek eğleniyorduk.

Seul’da konaklayacağımız yer, Gyeongbokgung Sarayı ile Changdeokgung Sarayı arasında kalan Jongu-gu mahallesinde eski bir Kore evi. Bembeyaz bir bahçe duvarlarının üzerinden, bir zürafanın boynunu ileri doğru uzatmış gibi duran çatıların yanından geçip önce bir avlu ile sokağı ayıran 2 kapısından birisi sokağa, diğeri avluya bakan, her iki tarafa da geçerken ahşap kalaslardan yapılmış eşikleri atlayarak geçile bilinen 2 metre derinliği ve genişliğindeki bir sahanlığı giriyoruz.

Bu bölme daha çok ayakkabıların, şemsilerin ve sokağa çıkarken giyilen yağmurluk, paltoların konduğu, avlu ile sokağı ayıran bir ara sahanlık. Ancak yaz olduğundan ve ayakkabılarımız da çamurlu olmadığından, etrafında sadece odalar olduğunu anladığımız avluya kadar girmemize izin veriyorlar.

Hotel sahip ve sahibeleri çok içten… Suratları bildik çekik gözlü ve her an güler vaziyetteler. Daha geleli birkaç saat oldu ama yolda gençlerin arasında hiç kıvrık saçlı görmemiş olmamıza rağmen ev sahibemiz gibi neredeyse tüm ileri yaşlı Koreli kadınlarının kıvırcık kısa saçlı olması dikkatimizi çekmişti. Biz, avlu ile sokağı ayıran sahanlıktan avluya geçerken, o iki elinin avuç içlerini birleştirmiş belden yarı eğilmiş halde “Oso oseya-Hoş geldiniz” diyerek bir yandan gülümsüyor bir yandan bir düzeliyor sonra tekrar belden eğiliyordu. Bu selamlamayı 3 defa yaptıktan sonra eliyle sağ taraftaki sürme kapısı bir karış kadar açık olan odayı tekrar yarı referans yapıp eğilerek gösteriyor.

Bu kadar eğilme ve referansın karşısında ne kadar kaba bir adam olduğumu hissettim birden. Ellerimi birleştirip selam vermeyi denedim ama sadece tek elim açıp vücuduma dik yapabildim, diğer avucumu açamadım. Biraz eğilmeyi denedim ama beceremedim… Kaba adam figürümden çıkmak ve hani ortadan kaybolmak istercesine arkamda duran Esra ve İklim’i tanıştırmak için yana kaydım.

Kadın onları görünce sanki daha mutlu oldu. Gülümsemesi arttı ve eliyle az açık olan sürgülü kapıyı biraz daha açarak içerisini görmemizi ve kendisini avluda bir adım geri çekerek bizlerin içeriye girmemizi istedi.

Oda seviyesi avlu seviyesine göre 2 basamak yukarıda. İlk basamak, avlu taşları gibi blok kayaların el işi ile düzleştirilmesi sonucu yapılmış belki her bir birkaç 100 kg olan gri kütle taştandı. 2. basamak ise odanın tüm duvarlarının ve çatı kirişlerinde de ve çatıda kullanılmış ve en az 100 senelik olan o zamanlarda yörede bu kadar ev yok iken etrafta daha bol bulunan dut ağacının kalın gövdesinden yapılmış yekpare kalaslardandı

Avluya bakan 6 kapı vardı. Avlu, geniş kenarlarında 2, dar kenarlarında 1 kapının baktığı 6’ya 4 metrelik dikdörtgen şeklindeydi bir alandı. Ev sahibenin bize gösterdiği kapı tüm kapıların içinde en büyüğüydü. Koreli Hanım bozuk bir İngilizce ile “Very Big, very big…” dedi.

Oda girişinin önündeki üst basamakta yan yana dizilmiş 5-6 terlik olmasına rağmen, yan odaların girişlerine baktığımızda ilk taş basamakta da sadece ayakkabılar gördüğümüzden ilk basamağa ayakkabılarımızı çıkartıp, üst, 2. basamaktaki terlikleri giyip de mi odaya gireceğimizi tam anlayamamıştık.

Etrafımıza ve ev sahibemize biraz aval aval bakarken, evin hanımı, bir eliyle terlikleri gösterip bir diğer eliyle de arkamızda duran bir başka kapıya yönelerek, hızlıca kapıyı açıp oranın tuvalet olduğunu ve tuvalete bu terliklerle gideceğimizi kendi dilinde Korece söylese de biz onu beden dilinden gereken mesajı almıştık.

İçeri yalın ayak girmeye karar veriyor ve ikinci basamağı hızlıca geçiyoruz.

Sürgülü açık kapının yüksekliği ise 160-170 cm civarındaydı. İklim için sorun değildi ama biz eğilmeden geçemeyeceğimiz için açık olan kapıdan, biraz önce hanımın bizi karşılaması gibi kafamızı, kapının üst eşiğine çarpmamak için eğilerek içeri giriyoruz. İçerisi 3 metreye 5 metrelik bir oda. Hem de bu konağın en “Veribik” odası…

Oda bom boş! Bir köşeye kıvırtılarak konmuş biri 2 kişilik, diğeri İklim için tek kişilik beyaz birer şilte ve üzerlerinde kenarları işlemeli birer yastık… Odanın karşı yamacında bir dolap ve dolabın içinde üzerinde kenarları oymalı bir çerçeve içinde yüz aynası ve en fazla saat, toka cüzdan gibi birkaç küçük eşyayı alabilecek bir komedin vardı.

Dolabın yanında içine 2 askı konabilecek gardırop denilmeyecek kadar ufak bir bölmesi daha vardı. Ve bu oda, bu kompleksin ebeveyn odası olduğu gibi diğer odalar ya çocuklar için ya da eski Kore’nin zor zamanlarını anlatan kitaplarda okuduğumuza göre başka ailelerin kaldıkları odalardı.

Bu evlerde duvarlar da kâğıt kaplı sürgülü kapılarla bir birinden ayrılmaktaydı. Kore’de tüm bu tür yapıların bu tür duvarları, istenirse katlanır ve tavandan asılı hale yukarıya kaldırılır ve ufak bir oda bu sayede daha geniş oda yapısına döndürüle bilinirdi. Bu işlem bazen evi silip ve süpürme öncesinde de, hani bizde derler ya, “yaz temizliği, kış temizliği”  yapalım diye işte o zamanlarda da katlanır kaldırılırdı.

Hemen yan duvarların kâğıttan olup olmadığına baktım…

Yan duvarlar, üzerlerinde Asya ejderinin ve çiçek motiflerinin bulunduğu ince bir kâğıt ile kaplıydı. Sonradan öğrendiğimize göre orijinali kâğıttanmış. Ancak biz gibi turistlere konaklamak için elden geçirildiğinde kalınlığı 1-2 cm olan bir ayraç (tahta veya betopan) ile ayrıştırılmış ancak üzeri, kâğıt görünümü bozulması diye yine aynı ince desenli kâğıt ile kaplanmıştı.

Hani değil sevişirken kıkırdamak, uyurken gaz çıkarttığında dahi yan odayı aya kaldırmaya yetecek kadar içli dışlı bir yaşamda insanların sesleri çıkmadan, yan odada yaşayanları rahatsız etmeden geçen yaşamları düşünmeye dalmıştık ki İklim’in o ana ve o ortama göre avazı çıktığı kadar bağırıyormuşçasına gelen gür sesi ile “Nerede yatacağız Anneeee?” demesiyle birden irkiliyoruz.

Hani şaşkınlığım geçmemiş olsa, birden İklim’in üstüne atılıp avucum ile ağzını tıkayarak sesini kısmak isteyecektim…

Neyse ki çabuk toparladı ve yüksek sesliliğini kıkırdamaya dönüştürerek ortama uyum sağladı.

Yorgunluğumuzu atmak için çıktığımız basamaklardan tekrar eğilerek iniyor ve Kore’nin en önemli duygusu olduğunu zamanla öğreneceğimiz terlik giyme seremonisini yaparak 3 metrelik avluyu geçiyor ve karşımızdaki tuvalet/banyoya kadar gidip orada duran diğer banyoya terliklerimizi büyük bir askeri nöbet değişim edası ile değiştiriyor, banyoya banyo terlikleri girip günün yorgunluğunu bir duş alarak üzerimizden atıyoruz. Ve aynı terlik değiştirme seremonilerini yapıp odamıza dönüyoruz

“Dar alanda kısa paslaşmalar” adlı filmden esinlenerek 3 gecemizi geçireceğimiz Kore evimize daha şimdiden alışmıştık. Banyo hepimize iyi gelmişti ama nemin %90’lara vardığı bir ortam da çok da uzun süreli bir yarar sağlamıyordu.

Hava kararmış olsa da 2 sokak ötemizde bulunan Insa-dong’da gece-gece de olsa yürümek ve Kore’yi, Seul’u biraz soluyarak uyumak hepimize daha iyi gelecekti.

Ya da geleceğini zannediyorduk…

Burada, Jong-gu’nun, Anguk istasyonun çevresinde her adım başı bir tarihi yapı görmek mümkün. İngilizce tabelalarla yönlendirilmiş sokakların bir kaçına dalıp atıştıracak bir şeyler aramaya başladık ki, daha gezimizin başından İklim’in tam boyutlu bir rejime, Esra’nın yarı zamanlı bir diyete gireceğini sokağa yayılan bize göre ağır kokulu susam yağı sayesinde anladık. Neyse ki diğer gezilerimizden biraz tecrübeliyiz. 1 haftalık bisküvi ve yerli ton balık konservelerimiz ve her yerden bulacağımız çikolatalar, İklim’i doyurmaya yetecekti. Esra’nın canına minnetti. Zaten diyet yapıyordu, aynen devam etmeye karar verdi.

Insa-dong, trafiğe kapalı ve her iki yanı yemek ve alış veriş dükkânları ile dolu bir cadde. Gecenin ilerleyen saatlerine kadar sokaklarda yürüyüp yorgunluğumuza yorgunluk katıp, seveceğimizi zannettiğimizden bir tabak Kore mantısı sipariş edip sadece ben yiyerek, ben yarı tok, kızlar aç olarak evimize dönüyoruz.

Neyse yolda bir dondurmacı ve çikolata satan yer bulunca bizimkilerde enerji alabiliyorlar.

Esra ile ben pembe, İklim kırmızı saten başlıklı yastıkları seçip, Japon şiltelerimizi açıp yer yataklarımıza uzanıyor ve üzerimize incecik bir tül pelerin alarak derin bir uykuya dalıyoruz.

Sabah bir yerim ağaracak mı diye oramı buramı yoklayarak uyanıyorum. Kalınlığı 3 cm’lik bir Japon şiltesi üzerinde uyuyup, hiçbir yerimin ağrımamasına pek bir anlam veremediysem de çok da aldırmadan nasıl olsa eğilerek geçeceğimden oda da ayağa kalkmadan, bu sefer Koreliler gibi dizlerimin üzerinde ilerleyerek kapıya doğru yöneliyorum. Kapıdan ya dizleriniz üzerinde ya da ayakta iseniz kapıdan eğilerek geçildiğinden güne saygı adına eğilerek odadan çıkılmaya alışık bir ülkedeyiz.

Burada herkes bir birine hala çok saygılı…

Ev sahibimiz uyanmış ve bize Kore usulü kahvaltı hazırlamıştı. Beni görür görmez ellerini birleştirip günün ikinci selamını bir birimize veriyoruz. Artık selamlaşmayı öğrenmiştim. Ama hala 2 elimle para vermeyi veya bir tabağı iki elimle tutup iletmeyi öğrenememiştim…

Avluya yayılan susam kokusu ise daha şimdiden hepimize “Tekrar Kore’ye hoş geldiniz” diyordu.

Kahvaltımız çok renkliydi. Bir tabak deniz yosunu kızartması, birkaç kök bitkisinin rendesi, kuru üzüme benzeyen acılı bir meyve ve en kolay yiyebileceğim yağsız pirinç… Standart Kore kahvaltısını tabi ki sadece ben yapabildim.

Esra ve İklim dünyanın yer yerinde var olma ihtimali yüksek olan zeytin yağında kızartılmış tavuk yumurtasını ekmeksiz, peynirsiz, zeytinsiz bir kahvaltı ile yetinmek zorunda kaldılar.

1 yumurtanın 600 won (1,5 TL) olduğu ve zeytin yağının ithal edildiği ülkede bu tek yumurtadan oluşan İngiliz kahvaltısı isteğimizi ev sahibemiz tarafından kendilerine olan maliyetinin yüksekliği ve yumurta bulmanın zorluğu sebebiyle pek desteklenmemişti…  Ancak saygılarından çok da itiraz etmediklerinden Esra ile İklim, tek yumurtadan oluşan kahvaltılarını yapabildiler.

Evimizi tam merkezde, Anguk metro istasyonuna 50 metre uzaklıkta seçmiştim. Önce arka sokağa sapıp Jongu mahallesinin tarihi ahşap Bukchon Kore evlerinin arasında dolaşıyoruz. Örgücüler, tahta işleri yapan birkaç dükkân ve bol bol pirinç kâğıdına yapılmış yelpaze ve duvar resimleri yapan sanat odalarından ilerleyerek dar sokaklarda geziniyoruz.

Hava ısınmaya başladı. Ülkenin her yeri gibi burası da inişli çıkışlı tepelerin olduğu bir coğrafya. Bu ülkede düz ve orman olmayan bir m2 arazi yok. Bu neden ile şehirleşmiş ve kalabalıklaşmış Seul’da her sokak inişli ve çıkışlı yokuşlardan oluşmakta. Özellikle ufak bir çocukla gezinmek çok kolay olmasa da zevkli. İklim daha yorulmadı ama 1-2 güne kalmaz, hatta 1-2 saat kalmaz yorulacağına eminiz.

Dar sokaklar bizi askerlerle korunan bir köşeye çıkarınca merakımız artıyor ve soruyoruz burası neresi diye. Aldığımız cevap biraz bizi şaşırtıyor. 2 katlı yüksek ve çok geniş çatılı beyaz bir yapıya “Aksaray” diyor görevli… Hükümet yönetiminin merkez binalarından birisiymiş. Burada da mı deyip gülümseyerek ilerliyoruz. Zira yan tarafından Ana Hükümet Sarayı olan buradaki adı ile “Mavi Saray’a yöneliyoruz.

Mavi Saray’da Ak Saray gibi askeri koruma altında ve o biraz daha tepede. Hani bizim bir zamanların Çankaya’sı misali…

Bunlar burada “Ak Saray”- “Mavi Saray” diye atışıyorlar mı bilmiyorum ama dünya siyaset ilkelerinin her yerde benzer olması artık bizi şaşırtmıyor. “Aksaray” yakında Mavi Saray’ı yok eder deyip ilerliyoruz. Mavi Saraya yaklaştıkça artan sıkı askeri korumalar ve sivil polisler bizim gezinen turistlerden olmadığımıza kanaat getirseler her an tutuklayacaklarmış izlenimi yaratıyor.

Neyse uzaktan da olsa Mavi Sarayın bir fotoğrafını çekiyoruz. Son 40 yılda 5 defa Cumhuriyet kuran günümüzün bildik yarı baskıcı, yarı Amerikan emperyalizmi etkisindeki “Demokrasi” anlayışı ile yönetilen Güney Kore’nin Mavi Sarayının önünden yüz yıllar önce yapılmış ancak Japon istilası ile yerle bir edilmiş bizdeki karşılığı Topkapı Sarayı olan Gyeongbokgung Sarayları Kompleksinin geniş bahçesine giriyoruz. Tabi ki ücret karşılığı…

Birçok antik yapıdan oluşan bu Eski Saraylar ve bahçeleri Seul’da gezilecek en önemli tarihi bölge. Tepeye kurulan arka kapısından girdiğimizden aşağıda ki ana kapıya kadar bütün sarayları gezerek iniyor ve ana kapıda ki Anıtkabirdeki gibi turistlere görsel şölen, yerel halka duygu yüklü kalabalık bir askeri tören ile yapılan Asker nöbet değişimini izliyoruz.

Ardından Ulusal müzesini gezerek bugünkü şehir merkezi City Hall’e doğru çok ama çok geniş caddeden yürüyoruz. Gyeongbokgung Sarayları Kompleksinin etrafı gökdelenlerle dolu… Microsoft’dan Samsun, LG, vs… bir sürü dünya markasının bir gökdelen yapıp kendine yer edindiği bu City Hall bölgesi, Seul’un dünyaya kendisini pazarladığı alan olarak karşımız çıkıyor.

Ana caddenin ön önemli yerinde bulunan Amerikan Konsolosluğu, benzer ülkelerde gördüğümüz Amerika’ya olan saygı ve sevgiyi ifade edercesine onlarca polis tarafından korunmaktaydı.

Kore’de  halkın yarısı Ateist bir toplum yapısında. Kalan yarının büyük bir çoğunluğu Budist ve çok azıda Hristiyan… Hristiyanlaşma daha çok şehirlerde yer almakta ve şimdilik öyle kayda değer ve her adım başında kiliseleri de yok. Ancak gerek Amerika, gerek Vatikan kesenin ağzını fena açmışlar. Bir yandan Protestan akımlar, bir yandan Papa’nın Katoliklik inancını yayma mücadelesi her sokak başına dikilmiş Hristiyan mücahitler ve temsilcilerin Pazar ayinine kişi kapma yarışı ile devam ediyordu. Pazar ayinlerini Afrika’da görmeye alıştığımız büyük çadırlar içinde veya büyük meydanlara kurulmuş yüzlerce sandalyenin çevrelediği bir sahne üzerine çıkmış Papazın elinde bir mikrofon ile halkı galeyana getirdiği vaizler eşliğinde yapılıyordu.

Ateist olan Kore Devleti tabi ki bu durumdan pek memnun değil... Ancak biz de bunca şey gördükten sonra, Avrupa’da Hristiyanlık dışındakileri, bizde ve Orta Doğuda, Arap yarımadasında İslam dışındakileri, Kudüs’te Yahudilik dışındakileri, Nepal’de Budistlik dışındakileri beğenmeyen bu Devletlere de bir şey beğendirilemiyor diyoruz… Kızacağız bu Devletlere de sonra bizi almazlar içeri diye susuyoruz…

Seul şehrinde City Hall’den Dongaemun’a kadar uzanan uzun bir şehir kanalı var. İçinden dere gibi ufak bir su akan bu kanal çevresinden, içinde hem yürüyebiliyor hem de kanaldan akan suya ara sıra ayalarımızı sokup serinleyebiliyoruz. Bu kanal olmasa bu sıcakta serinleyecek bir yer olmaz Seul’da. Kanal etrafına yayılmış aperatif yiyeceklerden ağzımıza göre olan bir şeyler alarak evimize geri dönüyoruz.

Kısa bir dinlenme ardından önce bizlerin Osmanbey diyebileceğimiz Myeondong mahallesindeki alışveriş ile ünlü caddelerine yöneliyoruz. Burada kısa bir tur atıp İklim burada Oxboard yapmayı öğreniyor. Beyin gücü ile giden bu alette ben bir iki deneme yaptımsa da düştüğümden vazgeçtim. Bizimki 30 saniyede 2 tekerlekli ginger gibi Oxboard denilen 800 € değerindeki bu uzay aracını kullanmayı başardı. Ben, nesillerin değiştiği en net göstergesi olan bu araca ileride İklim’in sahip olabileceğini umarak o ise farklı bir araca binmenin başarısını arkadaşları ile paylaşacak olmasının hayal hayalini kurarak Myeondong’a gelmemizin ana nedeni olan Seul Tower’e teleferikle çıkıyor, hem serinli bir tepede dinleniyor hem de Seul’ü tepeden gözlemliyoruz.

Oradan bir otobüs ile şehir merkezine gelip, akşam Dongaemun’da şehrin alışveriş çılgınlığının yaşandığı, gece 24:00’a kadar açık olan mağazaları gezmeye geliyoruz. Hani bir şey alacağımızdan değil 24’de kadar açık AVM ne demek diye bakınacağız. Daha Dongaemun metro istasyonundan iner inmez etrafa yayılan bangır bangır müzik sesi doğru yere geldiğimizin habercisi gibiydi. 20 katlı gökdelenlere dönüşmüş AVM’ler önüne kurulmuş Fashion Show’lar bize, Las Vegas’da kumarhaneye müşteri çekmeye çalışan süper-showları anımsattı. .

Kore gençliği hızlı bir zenginleşmenin ve ani bir rahatlamanın ardından kendini müziğe, dansa makyaja, alışverişe vurmuş durumda… Sevgilisi olmayan genç yok, ele ele gezmeyen çift yok gibi. Aynı anda her ne kadar devlet polis gücü sayesinde engellemeye çalışsa da, edindikleri serbestlik ve özgür düşünce çerçevesinde LGBT’in özgürce sergilenmesi için yapılan yürüyüşleri her an görmek mümkün.

Mağazalardaki ürünlere baktığımızda çoğunun Çin işi olduğunu görsek de, ara sıra ileri teknolojik veya yüksek kalitede tasarım ürünleri ve kaliteli Amerikan ürünlerini de görmek mümkün. Ancak bu gençliğe akıtılan bu kadar paranın kaynağının, bizlere Arap yarım adasından geldiği gibi gelmediği belli…

Parayı veren düdüğü çalar hesabı, son 20 yılda bize akan para Arap Yeşili olunca kıyafetlerimizde Arap kıyafetlerine büründüğü gibi, buraya akan paranın Amerika yeşili olması etrafımızdaki Amerikan Teenager’ların çekik gözlü versiyonlarını görmemize ve eteklerin mininin de altında olmasına pantolonların paçalarının kesik, ayaklarda  çorapsız giyilen mokasen ayakkabılarla kendilerine yeni dünya modası yaratan Kore gençliğine hayran mı olalım yoksa bu ani değişiklikte şaşkına düşmüşlüklerini düşünüp farklı mı düşünelim bilemedik.

2 gündür hiç durmadan gezindiğimiz Seul’da, yorgun argın evimize dönüyor yarın gideceğimiz Kore eğlence dünyasının hayallerini şimdiden yaşıyorduk.

Ağustos 2015