Seul_2

Biraz biraz Koreli olmak
Vapur yüzdü yanaştı, uçak uçtu indi, tren hızlandı durdu, ay şimdi Türkiye’de gece ama burada gündüz, yeni geldik az daha gezelim deyip ayaklarımız üzerinde yürürüz derken, gezginliğin heyecanı hepimizi sardığından durmayı bilemediğimiz için bitap durumdayız…
2 gündür yoldayız ve daha neredeyse hiç oturmamıştık.

Bu sabah uyandığımız da saat öğlen 12’yi geçmişti. Kahvaltıyı kaçırmış olmamıza hiç birimiz üzülmüyoruz! Uyanınca bizden önce yol almış, gece sevişmedikleri için iniltilerini duymadığımıza sevindiğimiz, ancak horuldamalarını duyduğumuz yan oda komşularımız gitmişti. Ev sahibemiz dahi yoktu. Koskoca (!) malikânede bir tek biz kalmıştık.

Bu yazımda ikinci günümüz de yaşadıklarımızı biraz daha detaylı sizlerle paylaşmayı istedim. Kore’deki 2. günümüzde alışverişler cenneti Seul’da Koreliler gibi gezinme planımız var...

Kore inişli çıkışlı bir ülke. Seul’da her ne kadar düzlüklerin en çok olduğu batı yakasında bulunuyor olsa da, bu coğrafi yapıdan nasibini aldığından İstanbul’un yedi tepesini kat ve kat aşan onlarca hatta genellikle çocuklukta çizdiğimiz dağ-tepe resimleri gibi yan yana sıralanmış yüzlerce tepe üzerine kurulmuş. Ancak tepeler çok sivri ve hepsi 15-20 metrelik ağaçlardan oluşmuş sık ormanlık alanlar olduğundan hiçbir tepenin yamaçlarına ve üst noktalarına yerleşim yapılamamış durumda. Yine de binalar ve gökdelenler o tepelerin eteklerine kadar çıkmış.

Ülkede özellikle musonlar dönemimde yapılacak uzun süreli seyahatlerde Hepatit A ve B, kırsal kesimlerdeki evlerde uzun süreli konaklamalarda Tifo aşılarına öncelik verilmesi tavsiye edilmektedir. Ancak kısa süreli seyahatlerde ve içme suyunun özel şirketler tarafından pazarlandığı yöre ve yapılarda bu tür endişelerin yersiz olduğunu da belirtmek gerekir.

Ayrıca Asya’nın tropikal iklim kuşağında yer aldığından sürekli yağış sistemi içinde olan Güney Kore’de toplam 290 km2 gibi çok ufak bir su havzası bulunmaktadır. Bu nedenle temiz suya olan ihtiyacı nedeniyle de dünya su kaynaklarının tüketimi konusunda G20 ülkeler içinde ekonomik canlılığını ön planda tutarak, sömürgeci toplumlar arasında yer almaya doğru ilerlemektedir. 

Kaldığımız konukevinde sular özel damacanalarla sunulmakta ve kullandığımız banyo/tuvaletler her birimiz kullandıktan sonra hiç vakit kaybetmeden ev sahibimiz tarafından temizliği yapılmaktaydı.

Kore’de temizlik ve ev içinde terlik kullanımı çok ileri seviyede yaygın. Mutfakları temizliği ve ev sahibemizin gösterdiği özen karşısında çok mutlu ve huzurlu olduğumuzu dile getirmek isteriz. Bu temizlik özelliğinin sadece kaldığımız konukevine haiz bir durum olmadığını, gezindiğimiz sokaklarda, mağazalarda ve diğer binalardan da anlamamız mümkün.

Dünkü gezimiz sırasında Seul’da sokaklarda çöp tenekesi bulmak mümkün değildi. Yediğimiz bir şeyden elimizde kalan bir poşet, peçete parçasını atacak bir çöp kovası dahi bulamadığımızdan cebimize sokup saatlerce yanımızda taşıdığımız hatta bir tanesini kaldığımız eve getirdiğimiz daha olmuştu

İlk izlenimlerimize göre ileri seviyede titiz ve temiz olduğunu düşündüğümüz Güney Kore’de temizliğin imandan ya da inançtan mı geldiğine bakmadan en önemlisi içten geldiğine inanarak sokağa atıyoruz kendimizi.

Önce Myeongdong bölgesine gitmeye karar veriyoruz. Myeongdong da böyle bir tepenin, üzerinde de Seul Tower’ında bulunduğu Namsan Dağının eteğine kurulmuş, İstanbul’da Nişantaşı, yöresi gibi çeşitli alışverişin, sokaklara taşmış halinde olan bir semt.

Bu yöre aynı anda Hristiyanlığın simgesi olan ve ülkenin en önemli Myeongdong Church’e de ev sahipliği yapıyor.

Nasıl bizlerde, Göktürklerin ana dini olan Şaman alışkanlıkları içinde yaşayan İslam, çok da İslami şartlarında yaşanmıyorsa, Budist alışkanlıkların içinde yaşanan Hristiyanlık da, ne o bildik Avrupa Katolikliğine ne de Amerika’nın light Hristiyan akımı Protestanlığına yakın olmadığı hissedebiliyoruz.

Hani ortada Hristiyan âleminin bir kilisesi var da, içinde ve çevresinde insanların davranışında burum buram Budistlik kokusu yayılıyor ortalığa. Geniş bir alana yayılmış Myeongdong Kilisesini gezip Mahmutpaşa, Eminönü sokaklarını andıran Namsan Sokak pazarına yönleniyoruz. Yürürken solda Seul Tower’ı ve oraya ulaşmak için otobüs dışında ikinci tercih olan teleferiği karşımıza çıkıyor. Mahmutpaşa işi pazara fazla dalmadan teleferiğe doğru yürümeye karar veriyoruz.

İklim 2 gündür aç… Gerçi Esra’da yarı aç ama İklim’in dermanının kalmadığı her halinden belli. Yolda gördüğümüz bir meyve suyu satıcısı içimizi rahatlatıyor. Hızlıca yanına yaklaşıp 3 Portakal suyu sipariş ediyoruz…

Kadın satıcı güler yüzü ile bizi, o bildik ve artık alışık olduğumuz, 2 elinin avuç içlerini birleştirerek, yarı eğilerek selamladıktan sonra tezgâhında bulunan portakallardan birisini kırılacak değerli bir cam vazoyu tutarcasına nazikçe alıyor. Esra ile göz göze gelip, geçmiş senelerde Fas’a yaptığımız bir gezide sıcaktan bayılmak üzere iken kana kana içtiğimiz portakal sularından bahsetmeye başlıyoruz. Burada bu portakal sucusunu bulmamızın vitamin almak için bir şans olduğunu en azından alışık olduğumuz bir tatta bir şey içeceğimizi düşünerek, başında geniş bir hasır şapka olan kısa boylu kıvırcık saçlı Koreli kadının işini yapmasını seyre dalıyoruz.

Kadın tek bir portakalı hiç acelesi olmadan kestikten sonra yarımını sıkmak için merdaneli mekanik sıkacağı koyuyor. Ezmesi ile çıkan su, alttaki nerdeyse yarım litrelik kocaman bardağın dibinde kendine cılız bir yer ediniyor. Biz neden başka kesmedi de hemen sıktı diye bakınırken, daha 2. yarımı bile sıkmadan, önce menşeisi mısır mı, şeker kamışı mı, ya da pancar mı olduğu bilmediğimiz 1 kaşık toz şekeri hızlıca bardağa boşatıyor, üzerine 2-3 tane kocaman buz atıp yetmezmiş gibi bir de yarım litre Sprite benzeri şeffaf bir gazozu boca ediveriyor.

Biz, “Dur! Yapma-etme…” demeye vakit kalmadan iki eli ile alttan tuttuğu kocaman bardağa bir kırmızı kamış takmış halde Esra’ya uzatıyor. Hani Portakal suyu içecektik diye soracağız ama Korece bilmediğimizden Esra ile bir birimize bakarken İklim’in bunu da içmeyeceğini bildiğimizden hemen kadının en azından 2. ve 3.cünü bardakları böyle yapmaması adına durduruyoruz.

Teyzem biraz şaşırıyor. Ona kendi dilimizde Türkçe olarak (!)  sadece portakal suyu istiyoruz diğer hiç birini istemiyoruz deyince, kadın bardak içinde yarım parmak dahi yer tutmayan portakal suyunu gösterip “Ama çok az olmaz mı?” diye Korece soruyor.

Neyse ek para vereceğimizi bir güzel kendi dillerimizde anlatıp, yarım portakal ile yapılan konsantre içecek yerine sırf İklim içsin diye 2 tam portakalı sıktırıp ve tabi ki bu neden ile 4 portakal suyu parası ödeyip biraz olsun içimiz rahat olarak yola kaldığımız yerden devam ediyoruz.

Yok!!! Hiçbir meyve, hiçbir sebze, hiçbir vitamin kaynağı yok bu topraklarda…  Pirinç dışında, birkaç kök bitkisi dışında hiçbir şeycikleri yok.

Ülkenin yüz ölçümü 100.000 Km’ye yakın ancak ekilecek toprak nerdeyse yok denecek kadar az. Ülke alanını %20 kadar bir alanı (23.000 km2) tarım yapmak adına Madagaskar’dan kiralayan Güney Kore’de yaşam sokakta yaşayana, sistem içinde olmayana çok zor. İthal edilen tarım ürünlerini de pazarda sokakta bulmak imkânsız. Her bir ticari metaa halini almış bu başka yörelerin yiyecekleri ancak yüksek gelir seviyesi çerçevesinde yaşamaya başlamış, sistemin bir parçası olmuş, gelişmiş Korelilere farklı kanallardan sunulmakta.

Yaşamak ve yaşamı sürdürmek için ülkenin beslenme zincirinin en tepesine yerleştirilmiş glikoz da olmasa bu ülkede insanlar, aynı ırk olmalarına rağmen kendilerinden 6 cm daha kısa olan kavgalı komşu ülke Kuzey Kore insanı gibi kısa veya karşıda, deniz aşırı komşusu Çin insanı gibi cılız olabilirlerdi. Ancak Amerikan sisteminin etkisinde geçen son 50 yılın ardından Amerikan Emperyalizmin baş aktörü glikoz burada yerini almış vaziyette.

Vücuda hızlı giren glikoz yaşamı canlı tutsa da yaptığı tahribatlar dünyada bilinmesine rağmen şimdilik buralarda “Diet ya da Light” ürünler pek revaçta değil. Şimdilik doyma ve yaşama peşinde koşan Güney Koreliler arasında her geçen gün artan obezite şimdilik gerek basında gerek ise aileler arasında göz ardı edilmekte.

Geçmiş zamanda, bizde 1950-60’larda başlayan “Şeker pancarı ek. Bol bol şekerin olsun.” gibi glikoz bazlı kampanyalarının devam ettiği Kore’de obezitenin sonucunda gelecek 10’lu yıllarda İnsülin satışlarının patlayacağı, “Aspartam al zayıfla - Fit kalmanın 5 yolu” şeklinde kampanyaları başlayacağına eminiz.

Şu anda burada imkânımız ve şansımız olduğu için yiyebilme şansına sahip olduğumuz, ancak Kore’de olmadığından üzüldüğümüz, Anadolu’nun bolluk ve bereket özelliğine saygı duyarak, bazen Anadolu adına yapılan savaş ve mücadelelere biraz daha anlam katarak, 2 tam portakaldan oluşan sadece İklim’e aldığımız portakal suyumuza 10.000 won (25 TL) gibi abartılı bir para ödeyerek ve en önemlisi gezginlik ruhu içinde Kore’nin içinde bulunduğu beslenme sorunlarını daha net hissederek yolumuza devam ediyoruz.

Öğlene doğru kalktığımızdan önce Myeongdong çevresini ve Seul Tower’ı gezmek tüm öğleden sonramızı alacaktı. Bu gezide, teknoloji konusunda Japonlarla yarışan, birkaç uluslararası marka olmuş araç üretimleri, dünyaca ünlü iletişim şirketleri olduğunu bildiğimizden buralarda ileri teknolojinin bir ürün ile karşılaşacağımıza emindik.

Geniş alışveriş sokaklarında dolaşırken bu sefer bu iki tekerlekli Oxboard yapan ve bunu öğreten gençler ile karşılaşıyoruz. (www.oxboard.eu/). Gerçi Oxboard, tekerlekli araçlar konusunda dünyanın 1. sırasında yer alan Hollanda menşeli ve elektrikli ginger benzeri, tek kişinin binebildiği bir taşıma aracı…

Genç eğitmen iki elimi tutarak Oxboard’ın üzerine çıkmama yardım ediyor ve aletin üzerinde dik durmamı, gözlerim ile ileri bakmamı, aletin, vücudum ile değil milim kımıldamalı baş hareketinin yanı sıra beyin gücü ile çalıştığını defalarca tekrar ediyor. 

“Beyin gücü” terimine takılıyorum!

Hani sirklerde göreceğimiz türden 2 yanal tekerleğin üzerinde bir cambazının rahatlığında alet üzerinde duran çocukları görünce hemen yaparım zannettiğim araca binmeyi deniyor ama beceremeyince yaşımı hatırlıyorum.

Maalesef düşüyorum… 2. denememde de başarısız olunca beyinsiz (!) olduğuma karar verip deneme sıramı İklim’e veriyorum.

İklim’in hesap da İngilizcesi kıt, ama eğitmeni can kulağı ile dinliyor. Beyninin çalıştığı belli…  Eğitmenin alete nasıl bineceğini gösterdikten sonra İklim, beyni ve gözleri ile 30 saniyede aleti kullanmaya başlıyor ve sokakta bir aşağıya bir yukarıya 2 tekerlekli elektrikli bu araç ile gidiyor, yan yatıp dönüyor geri geliyor…
Esra ile göz göze gelip, İklim bir ara sirkte mi çalıştı acaba, deyip gülümsüyoruz. Bu kadar hızlı öğrenmesine şaşırıyoruz.

Nesillerin algı hızındaki farklılığımız yanı sıra gençlikteki atılganlık ve korkunun azlığı ile aracın tepesinde gezinen çocuğun babası olarak, 2 satıcı çocuk bana yaklaşıp 10 taksitte Oxboard satmanın yollarını arıyorlar.

Şu anda 800 € civarında satış fiyatı olan bu aleti gençlere sevdirme ve sonrada bunları pazarlama yarışına girmiş ileri demokrasilerin ürünü olan Kapitalizme kendimizi pek kaptırmamaya çalışarak İklim’i bu aracı kullandığı için birkaç kez tebrik ederek ve ileride çalışırsa onun da olacağını dile getirerek yolumuza devam ediyoruz.

Önce teleferik ile Seul Tower’a çıkıyor 230 metredeki bu tepeden Seul’un 10’larce tepesini ve o tepelerin yamaçlarına inşa edilmiş 100’lerce gökdeleni seyrediyor, biraz da %90’lara varan nemden az da olsa kurtulmanın dinlencesinde etraf bakınarak kendimize geliyoruz.

Hava alaca karanlık olmak üzere… Seul Tower önünden kalkan ve şehrin hemen hemen her yerinden geçerek ring yapıp gene Seul Tower’a gelen 4 ring otobüsünden birisine, geceyi geçireceğimiz yüksek katlı AVM’lerinin olduğu, alış verişe kaldığımız yerden (!) devam edeceğimiz Dongdaemun’a doğru yol alıyoruz.

Hani bir şey alacağımızdan değil ama bayanlar için alışveriş cennetinin bir kısmında biz erkekler için bir cennet olduğunu duyduğumdan AVM’lere ön yargılı yaklaşmamaya niyetliyim (!)

Daha Dongdaemun metrosundan yeni çıkmıştık ki, çok ama çok kalabalık bir insan seli ile karşı karşıya kalıyoruz. Aynı anda 80’lerin hızlı rock gruplarının çılgın müziklerinin kulaklarımızı yırtarcasına yayılan tınısı hepimizin ilgisi çekiyor.

Etrafımızda onlarca gökdelen tarzı yüksek binalar var ve her birinin bir AVM olmasına şaşırıyoruz. Esra ile ben pek AVM gezme taraftarı değiliz. Mağazalarının önlerine kurulmuş sahnelerde sergilenen Fashion Show’ları görünce ben zaten hiç AVM içine girmemeye, bu showları seyretmeye karar veriyorum ama bizden çok, ailemizin diğer bazı üyelerine benzeyen İklim, illaki de yüksek katlı bir AVM’ye girip gezmek istiyor.

İklim ile sokakta 3 Fashion show seyretmeme karşılık AVM turunda anlaşıyoruz. Tatilde olduğumuz için Esra ile bir birimize verdiğimiz izinler sayesinde, yeşil ve mavi saçlı, mininin de altında etekli dansçı kızlara ben, onlara eşlik eden kırmızı ve sarı saçlı siyah kâküllü ve pazuları kısa kollu gömlek kollarından fırlamış erkeklere Esra ile birlikte seyrediyoruz.

İklim ikide bir hadi AVM’ye gidelim çekiştirmelerinin ardından 12 katlı bir gökdelene girip en üst katına çıkıp yukardan aşağıya kadar dolana dolana iniyoruz.

Yok! Tek bir şey yok alınacak…

Ve ne alırsak alalım Türkiye’dekinin 2 veya 3 katı pahalılıkta. Çoğunluğu Çin menşeli olan binlerce ürün bize, dünyanın neresinde olursanız olun AVM’lerde yapılan global satın alma çalışmalarının ne kadar başarılı olduğunu gösteriyor.

Dongdaemun’da Dizayn Plaza denilen acayip bir yapı var. Acayip dememin nedeni bizde Taksim’deki  AKM’ni yıktırıp böyle bir bina ve çevresine park yaptırılacağına inansak hemen yıkılmasına ön ayak olacağımız tasarımda. Ancak biz de olsa olsa “Ucube” diye tabir edilip yıktırılabilecek seviyede bir sanat merkezi.

İçi sırf ultra özel çizim ve farklı tasarımlı ürünlerin satıldığı aynı anda bir dizi sanatsal çalışmaların yapıldığı dışı gümüşten ve tüm duvarlarından ışıklar saçan bir uzay aracına benzeyen çok ama çok büyük bir bina. Biz çok beğendik… 

Bina çevresinde tasarlanmış moderlik göstergsi olan krom kaplamalı yollar ve çitlerle çevrilmiş park içinde ilerlerken karşımız çiçek şeklide 2.000 adet ışıklı lambalarla yapılmış bir çiçek nehri çıkıyor. Bembeyaz çiçeklerin gecenin zifiri karanlığından denizdeki yakamozlar gibi ışıl ışıl parlamasına izlerken uzaktan gelen bir piyano sesine irkiliyoruz.

Burası her an bir klasik müzik konseri, opera izleyebileceğimiz bir sanat merkezi semti. Ancak Pazartesi gecesi olması sebebiyle hepsinin tatil olması sebebiyle bir dinleti bulamayacağımız bilmenin hüznü ile sesin geldiği yere doğru yürüyoruz.

Birden karşımıza ışık lambalardan yapılmış çiçek nehrin kenarına konmuş kuyruklu bir piyanoyu çalan, dinledikçe ve çaldığı eserlerin ağırlığını yorumladıkça neredeyse bizim Fazıl Say’ımız diyebileceğimiz Koreli bir Müzisyenin Dizayn Plazanın arkasında ışıklı çiçekler arasındaki konserini izlemeye başlıyoruz.

Yok! Herhalde hiç görmediniz böyle bir sahne Anadolu’da… Belki Aspendos’da, belki Efes Antik tiyatrosunda görebileceğimizden türden güzel bir görsel ortam, burada sokakta, cadde kenarında, bir AVM’nin arka bahçesinde ama özel olduğu her halinde belli olan bir ortamda yüzlerce Koreli ile birlikte 1 saati aşan bir konser dinledik. Biraz da ağzımız açık şekilde azıcıkta yaşadığımız topraklardaki değişime üzülerek dinledik.

Şans! Seul’un Dongdaemun semtinde ışıklı çiçek nehrinin bize sunduğu bu gece hediyesini hiç çekinmeden aldık, ruhumuza sevgi ile çektik, karşısında eğildik ve huzur içinde uykuya daldık.

Ağustos 2015