Toyota-City'deki çalışkan Japonlar
Daha önceleri de uzun uçuşlarla güneşi geride bırakıp doğuya doğru kendimden emin olarak gitmiş olmama rağmen bu sefer içimde bir eziklik vardı.
Gerek öğrenim yıllarım da duyduğum kalite standartlarının (JIS) hassasiyetleri, gerekse iş yaşantımda eğitimlerini aldığım yönetim sistemlerinin (Poka-Yoke, Kanban, 5S) ince eleyen sık dokuyan yaklaşımları, gerekse teknolojik atılımları gerçekleştirmiş, ABD’den Hiroşima’ya atılan atom bombasını yiyince biraz olsun uslanan ama durulmayan hırsını başka konulara yönlendirmiş Japonya’ya doğru uçuyorduk.
Gerek öğrenim yıllarım da duyduğum kalite standartlarının (JIS) hassasiyetleri, gerekse iş yaşantımda eğitimlerini aldığım yönetim sistemlerinin (Poka-Yoke, Kanban, 5S) ince eleyen sık dokuyan yaklaşımları, gerekse teknolojik atılımları gerçekleştirmiş, ABD’den Hiroşima’ya atılan atom bombasını yiyince biraz olsun uslanan ama durulmayan hırsını başka konulara yönlendirmiş Japonya’ya doğru uçuyorduk.
Uçuş hattımız, Türkiye’den Japonya’ya düz bir çizgi çizilerek Hindistan üzerinden değildi. Dünyanın tepesi basık olduğu için daha kısa olan uzaklardaki Kuzey Kutbunun bir kısmını görerek Sibirya üzerinden Japonya’ya bodoslama iniliyordu. Yolculuğumuzu, uzun ve meşagatli geçen ön çalışmaların ardından Japonlarla yapabildiğimiz bir iş anlaşmasının sonuçlarını almak için gerçekleştiriyorduk. Bu başarının hazzıyla yeryüzünden 35.000 feet yukarıda, önümdeki koltuk arkasına yerleştirilmiş bir Japon firmasının ürettiği LC ekranda, bir Japon çizgi film izlerken bir yandan kendimle gurur duyuyor bir yandan da dünya ekonomisini alt üst etmiş teknoloji delisi bu ırktan olmasa da, üzerilerinden vız diye geçtiğimiz atalarımın uzak akrabalarından kendimi daha üstün hissediyordum.
12 saat süren yolculuğumuz sonunda, suratlarımız buruşmuş, gözlerimiz şişmiş, kıvrık yatmaktan ayaklarımız uyuşmuştu. Bacak kaslarımızı açmaya çalışarak Tokyo havaalanına giriyoruz. Gözlerim, yıllardır bana öğretilen, üstün ırk Japon halkını arıyordu.
Çekik gözlü sarı ırk ile ilk tanışmam değildi ama kravatlı, takım elbiseli, düz siyah saçlı vızır vızır koşturan bir sarı ırk ile ilk karşılaşmamdı. Bugün Tokyo’da kalmayacağız. Havaalanından aktarma ile Nogoya’ya uçup 5 gün kalacağımız eski adı ile Koroma olan Toyota-City’ye gideceğiz.
Nogoya havaalanında bizi karşılayan, ziyaret edeceğimiz fabrikanın yetkilileri ile sağdan direksiyonlu araçların yarattığı ters trafik dışında bir farlılık görmeden Toyota-City’deki otelimize geliyoruz. Otel lobisinde kayıt işlemleri yaparken karnımız acıkmıştı. İlk dakikaların sersemliği ve başka yerler görmüşlüğün çokbilmişliği (!) ile köşede duran Avrupa’dan alıştığımız bisküvi bankomatında bir şeyler almaya karar veriyoruz. İlk defa 16. yy’da Hollandalılar ve Portekizlilerle ile karşılaştıklarında toplumsal yozlaşmanın ilklerini yaşamaya başlamış, bir zamanlar 200.000 civarında şekil ile Hiragana, Katakana, Kanji gibi 3 farklı dil yapısı içinde, katı kurallar eşliğinde birbirleri ile iletişim kurmaya çalışan, bugün 2.000 civarında şekle indirgenmiş otomat üzerindeki Japonca hece toplulukları ile karşılaşıyorum. Bunca sadeleştirmeye rağmen hala nasıl iletişim kurduklarına şaşarken, Japonyaların keşfedilesiye kadar dış dünyaya kapalı kaldıkları evlerinin içinde, kışın pişirecekleri kestane de olmayınca, bu heceleri bizdeki Nasrettin Hoca fıkraları ya da kış bilmeceleri gibi vakit geçirmek için oluşturdukları şekillerden başka bir şey olmadıklarını karar veriyorum. Japonların tanrısı da olmayınca kendi tanrımdan şans dileyerek bankomat’ın bir kaç tuşa basıyorum.
Camlı bölmeye düşen bisküvi paketini aldığımda, avuç içlerini birbiriyle birleştirerek burnu üzerine diklemesine yerleştirmiş, kısık ama kömür gibi parlak kara gözlülerinin yarattığı utangaçlık ile başını biraz eğmiş, siyah ve uzun saclarını arkada içinden kırmızı kamış geçirerek top yapmış bir Japon kadının fotoğrafı ile karşılaşıyorum. Geyşa ve geyşaların ruhları hakkında daha bir şey bilmediğimden mor renkli kutuyu açmadan eve götürüp tüm gezdiğim yerlerden topladığımız numunelik eşyaları sergilediğim köşeme koymaya karar vermiştim ki Esra’nın açıktım demesi ile daha evliliğimizin ilk ayında kızı aç bırakmamak için kutuyu açtım. Açmam ile etrafa yayılan balık istifi kokusu benden 5 metre uzaklıkta duran Genel Müdürümüz Aral’ın bile burnuna gelmişti. Tüm ekibin suratlarında ki eşkimeyi gören Toyota’da ki Türk iş arkadaşımız Mesut “Japonya’ya hoş geldiniz” diyerek burnumdan 1 metre uzakta tuttuğum yosun ezmeli, bozulmuş balık kokulu, kızarmış krakerleri elimden alıp lobideki, kapağı otomatik olarak Mesut’un yaklaştığını görünce açılan çöp kusutusuna atınca hepimiz birden rahatladık. Esra cebinden çıkardığı bir paket Ülker bisküvilerini hepimize uzattı. Herkes avucunun alabildiği kadar yerli malı bisküvi alıp bir kısmınıda odada atıştırmak üzere hepbirlikte asansörle odalara çıktık.
Odalara çıkarken Mesut, Japon adalar topluluklarında yaşayanların beslenme zincirindeki en etkin ve tek et türü olan okyanuslarda avlanan balığın, bölgenin sıcak iklimini de göz önüne alındığında kıyıya gelesiye kadar bozulmaması için pişmemiş pirince yatırıldığını söyledi. Yüzyıllar süren bu alışkanlıkları bugün tüm dünya da ünlense de, çiğ pirince bulanmış pişmemiş balık “Nigiri-Sushi” ya da deniz yosununa sarılmış pirinçlere “Maki-Sushi”ye pek bulaşmadan bir hafta geçirmemiz gerektiği hatırlatmayı da ihmal etmedi.
Türkiye’nin yarısı büyüklüğünde, volkanik patlamalarla yerden fırlamış ya da depremlerle falez şeklinde oluşmuş dağlarının dik yamaçlarının oluşturduğu bir coğrafi yapı içinde 125 milyona ulaşan bir nüfus yaşamını sürdürmekteydi. Toplamda Konya ovasından ufak bir düzlüğü olmasına rağmen bulunduğu iklim kuşağı içinde neredeyse hiç bir sebze yetişemediğinden, 1 adet domatesi 1 $’a, merası da olmadığından büyük & küçükbaş hayvancılığında yapılaması nedeniylede etleri Avustralya’dan ithal ettiklerinde, 1 kg eti 150$ satın alamadıklarından, pirinç, balık, yosun ve denizanası yiyerek yaşamlarını sürdürmeye çalışıyorlardı.
Otel odasının kapısını açtığımızda, protein almadan bir yaşam sürdüren, ev yapılabilecek makul bir düzlüğü olmadığından 30 m2’yi geçmeyen mekânlarda yaşayan bu toplumun yaşadığı yerlerdeki arsa m2 fiyatlarının yüksekliğinin sonuçları ile karşılaşıyoruz. Bavulları dahi koyacak bir yeri olmayan yüzlerce dolar ödenen 10 m2‘lik bu otel odasında Esra ile 5 gün geçirecektik. Duyduğumuza göre Tokyo şehir merkezinde arsaların m2 fiyatları bazı yerlerde 45.000$’a kadar ulaşıyormuş. Esra’nın beni itelemesi, benim onu valizi çeker gibi içeri çekmemle m2 hesabıyla 120.000$’lık bir yatağın üzerine kendimizi zor attık. Yatak üzerinden de odaya bakınıp, ihtiyaç olmadığı sürece de bu Japon tahtından inmemeye karar verdik.
Evden ayrılalı nerede ise 48 saat oluyordu. Popom son iki gündür rahat bir WC görmemişti. 12 saatlik uçuşta hiç durmadan yediğim yemekleri de sayarsak, bağırsaklarım da artık gereğinden fazla genleşmişti. Bir an önce insan doğallığımı, bu teknolojik oda içine sıkıştırılmış 1, 5 m2’lik duş -WC’nin bir arada olduğu minyatür mekânda gidermeye karar verdim.
Sanki tek unutulmuş olan, yaşamak için gerekli olan havaydı. Ama nasıl oluyorsa mekânda o da vardı. Üstelik sıcak su altında banyo yaparken buharlaşmayı önleyecek kadar fazla, ama sinek vızıldamasından daha sessiz bir çevrimle dolanıyordu. Daracık bu mekânda, teknolojik çarpışmalar altında daha fazla ezilmemek için kendimi klozetin üstüne attığımda bir şırıltı duymaya başladım. Klozet sistemi, oturduğumu hissedip basınç altında kalınca tuvaleti temizliyordu. Türk aklımla bir kaç defa kalkıp, oturup bu sistemin açığını yakalamaya ve nasıl çalıştığını anlamaya çalıştımsa da her defasında temizleme işlemini tekrarlıyor ama ben etki noktasını bulamıyordum. Kendimi utangaç ve yarı aptal bir insan olarak hissedip etrafıma bakınırken birden klozetin sağına konmuş kumanda kutusunu gözüme çarptı. Normalde bakıldığında ortalıklarda gözükmeyen taharet fıskiyesi, bir joystick yardımı ile gizlendiği yerden çıkartılabiliyor, kumanda kutusu üzerindeki bir dizi diğer düğmeler yardımıyla da gerek sıcak gerek soğuk ya da ılıştırılmış olarak, gerek arkaya, gerek öne ya da ister sağa ister sola alttan su fışkırtabilecek şekilde yönlendirilebiliyordum. Sanki WC’de değil de kendimi bir uzay istasyonunda zannetmem çok özel bir mekân olan tuvalet dünyasına bu kadar müdahale edilmiş olunmasından rahatsızlık duydumsa da merakım içimi, için için kemirmeye devam ediyordu. Neredeydi bu Japon mucizesini yaratan biyonik adamlar?
Diğer Asya yemeklerini yiyebiliyor olmama rağmen Japon yemeklerinin hiç birini yiyemediğim bir akşam yemeğinden aç döndüğümüz otel lobisinde oturuyoruz. Esra, Türkiye’den getirdiği fındık, fıstıkları almaya odaya çıkmıştı. 4 kişi, bir masanın etrafına yerleştirilmiş 4 koltuğa oturmuş sohbete başlamıştık. Bir kaç dakika sonra ne içeceğimizi bize sormaya gelen garson kıza Mesut’un yardımı ile birer içki & kahve ısmarlamaya çalışırken Esra yanımıza geldi. 4 kişilik masa etrafına yerleştirilmiş koltuklara 5. kişi olarak Esra’nın oturamayacağı hemen kabul edip, yanda boş duran bir koltuğu aramızda bir yer açıp sıkıştırmıştık ki Japon garson kızın “Hiiiiiii” ile başlayan ve bebek vızıldaması ile devam eden beyin törpüleyeceği cümleleri altında bir anda donup kaldık.
Mesut, bu sorunu çözmek için garson kız ve şefi ile yaptığı yaklaşık 10 dakika süren konuşmayı aşağıda özetliyorum.
1) 4 kişilik tasarlanmış koltuk ve masaya neden 5. kişi oturmak istediğinin anlatılması,
2) Her oturma grubu 4’lü olduğu ve tüm diğer müşterilerinin bu kuralı bildikleri için yanda boş duran koltuklardan birinin alınması sonucunda 3 koltuk boş kalınca biraz sonra gelebilecek 4 kişiyi oraya oturtamayacağını ve olağan dışı bu durum karşısında ne yapılacağının Şef ve garson kızla uzun uzun mütalaa etmeleri,
3) Bizim masamıza 5.kişi için bir koltuk yerleştirmesi sonucunda arka masalarda oturan kişilerin ne şekilde sıkışmadan geçebileceği önce Mesut ardından Şef, geçiş provaları yapmaları,
4) Bizim etrafında oturduğumuz masaya 5.kişinin içkisinin nasıl yerleştirileceği Allahtan sadece şef tarafından provasının yapılması,
Biz şaşkınlığımızı suratımızı asarak göstermeye başladığımızda, 4 aydır onlarla yaşayan Mesut bize dönüp, “Daha 1 hafta buradasınız hemen kızmayın canım” dediğinde, gerçek Japon kültürünün temelinde düzensizlik ve itaatsizliğe yer olmadığının ilk örneğini görmüş oluyorduk.
5 kişilik bir Japon grubun, bu durumda, ortamda ki düzeneği bozmamak için (bence bozmasını da bilemediği için) 3 kişinin 1 masaya, diğer 2 kişinin diğer masaya oturarak sohbet edeceğini öğrendiğimiz Mesut’tan diğer yaşanmış hikâyelerini de dinledikçe, olaylara gülmeye çalıştıksa da, içimizden düşünmeden edemedik.
Ertesi sabaha kadar 12 saatlik deliksiz bir uyku çekip merakla girdiğim kahvaltı salonundan, Japonların sabah kahvaltısında da tuzsuz pirinç garnitürlerine sarılmış çiğ balık ve sıcak bira eşliğinde pişmemiş yumurtaları yiyerek kahvaltı yaptıklarını görünce kahvaltı yapamadan biraz aç çıktım. Coğrafi koşulların etkin olduğu Japon yaşam biçiminde doğal bir rejim uygulayarak zayıf kalan Japonları şimdi biraz daha iyi anlamış olduğumuzun sohbetini yaparak bizi gitmek istediğimiz yere doğru götürmek için kapıda bekleyen taksiye doğru yürüyoruz.
İnce ince yağan ilkbahar yağmurları altında elinde bir şemsiye ile bekleyen taksi şoförü şemsiyeyi üzerimize tutmak için bizi görür görmez otel kapısına doğru hızla adımlarla yürümeye başladı. Tabi ki 3 erkek 1 bayan, 4 kişi bir şemsiyenin altına giremeyeceğimizden Asya kültürünü terk etmeye başlamış Batı & Türk sentezi öğretileri bir şeyler öğrenmiş (!) 3 Türk erkeği olarak Esra’ya taksiye önce binmesi için yol verdik.
Esra’nın bizim önümüze geçmesi ile başarısızlıklar karşısında ölümü rahatlıkla kabul eden, “harakiri” kültüründe büyümüş, karnına bir kılıç sokarak intihar edebilecek yaşlı bir Japon erkeği olan taksi şoförümüz kungfulu filmlerden görmeye alışık olduğumuz çeviklikle şemsiyeyi Esra’nın üzerinden havada zıplatarak geçirip bize doğru atıldı. Bir anda hepimiz duraksadık, şaşırdık ama anlamadık.
Esra’da anlamamış olacak ki, aniden durup, kendini aşan taksi şoförüne doğru geriye dönerek, kafasını kuma gömmeye çalışan devekuşları gibi kendisini geçen şemsiyenin altına girmeye çalıştı. Bunu da Japon taksi şoförü anlamamış olacak ki, tekrar bizler ile Esra arasına hızlı bir hamle yaparak girdi. Aynı anda aramızda ki en yaşlı, ulvi görünüşlü patronu da anlamış olacak ki, Aral’ın kafasının üstüne şemsiyeyi tutarak önce hızlı bir “Hiiiiiiii” çekti. Ardın da sol minörden ince bir tonda Türkçe okunuşu ile “gıd murnig” diyebildi.
Otel kapısında yaşanan bu kargaşalar esnasında Esra’yı kapısı açık taksiye doğru önce binmesi için itelerken, o sıska, çevik Japon’un ani bir hareket şemsiyeyi Aral’ın eline tutuşturup Esra ile tekrar bizim aramıza girmesi ve Esra’yı geriye doğru itelemeye çalışmasına o anda hiç ama hiçbir anlam veremedik. Biraz kızgın bindiğimiz takside Mesut Japonya’ya da kadının pek yeri olmadığını hatta ne çalıştığı yerde, nede gideceğimiz fabrikada hiç kadın çalışan olmadığını (işçi ya da hizmet sektörü dışında) kadının her zaman evine ve erkeğe hizmet etmek zorunda olan bir varlık olarak kabul edildiğini öğrendiğimizde biraz daha şaşırıyoruz.
Dünyayı tanımaya başlayıncaya kadar da katı bir ataerkil yapıda biraz savaşarak, savaşmadığı zamanlarda da origami yaparak yaşamış kapalı toplum yapısında ki kask ve hiyerarşilere önem vermiş, kuralsızlığı bir ölüm sitili sayara yaşamış insanları anlamak gerçekten çok zordu.
Kadın’ın Japonya’da ki yerini daha çok sorgulamamıştık. Ancak buraya geliş sebebimiz olan projenin başından bu yana kendileriyle e-mailleşen kişinin “Esra” adında bir kadını karşılarında gördüklerinde sadece şaşırmaları yetmediği gibi sık sık Esra’ya siz mühendis misiniz diye de soruyorlar, ardından “Hiiiiiiı” diye şaşkın bir iç çekiş ile durumu kabullenemeden masaya oturuyorlardı.
1 hafta boyunca bırakın Esra’nın kendisini kabul ettirmesini, Japonların kendisine bir şey sormasına ya da ondan bir şey istenmesine dair bir ortam bile yaratamadı. Görüşmelerimiz bir sacayağının 3 köşesine yerleşmiş çocukların bir birlerine top atmaları gibi aramızda geçen konuşmaların akışı şu şekildeydi.
1) Önce Japonlar bana veya Aral’a dönüp bir şey soruyorlar ya da anlatıyorlar,
2) Sonra biz, Esra ile anlık göz göze gelip, söylenenleri anladığını, (İngilizcesi bizden çok daha iyi olmasına rağmen bizde erkeklik yapacağız ya...) ve cevap vereceğini gözlerimiz ile teyitleşiyoruz,
3) Ardından Esra Japonlara dönüp gerekli açıklamayı yapıyor ya da gerekli soruyu soruyor
4) Aral’la bende Japonların bir sonraki sorularına kadar Esra’nın açıklamalarını dinlemek için oturduğumuz koltuklara yaslanıyorduk.
Birçok defalar Esra’yı Japonlarla baş başa bıraktıksa da hiç bir zaman Esra’yı bir mühendis olarak kabul etmelerini sağlayamadık. Hatta son günde, proje başında Esra’nın istemiş olduğu halde bir teknik aparatın, yaptırdığımız araçlara monte edilmediğini ortaya çıktığında hatalarını kabul etmek zorunda kaldılar. Durumu içlerine sindirmelerini bir kenar koysak ta özür dilenmesi gereken kişinin bir dişi olmasını kabul edemediklerinden, toplantının sonunda görevli Japon mühendis nerede ise ağlayacaktı.
Aral ile Esra’yı dürtüp şimdi adamın harakiri yapacağını ve üzerine fazla gitmemesini söylediğimizde, kültürler arası farkı ve yaşam anlayışlarının detayları hakkında yeni bir anımız daha olmuştu.
Birkaç gece otelde yemeğe çalıştığımız pizzaları yedikten sonra Koroma sokaklarına çıkıp yürüdük. Otel’e yakın tüm büro işyerlerinde Japonların gece 10-11’e kadar bürolarında çalıştıklarını görmek bizi daha fazla düşündürmeye başladı. Birkaç adımda bir karşımıza çıkan Japon meyhanelere giren ve çıkan Japon erkeklerinin takım elbiseli hallerde girip nerede ise yerlerde sürünerek çıktıklarını görmek bizleri daha da şaşırtmıştı. Bugün dünyada viski tüketiminde kişi başı tüketimin en fazla olduğu ülkelerden birisinin olmasını da göz ardı etmeden basit bir hesap ilişkisi ile bile birçok şey anlatılabilirdi.
Bizde ya da bizim gibi bölgelerde günlük çalışma saati 9 saat, biraz laklak biraz tavla, biraz geyik ile verimsizliğimizi de hesaba katarsak, buna karşılık Japonlar erkeklerin kadınlarla da konuşmaması, erkeklerle de çok muhabbet yapmayıp, harakiri yapmamak için sabah 8’den gece 10’lara kadar 14 saat çalıştıklarını göz önüne almak gerekiyordu. Güç eşittir, iş çarpı zaman formülünden gelişme hızlarında bizim 2 katımız kadar bir fark oluştuğuna inadım.
Ne uğruna mı ?
Toplantılar bir biri ardına devam ederken, bazen sıkıntılarımız odalara sığmıyor, tavandaki havalandırmalardan, pencere aralıklarından sızıp, sokaklarda, pirinç tarlaları üzerinden uçup karşı yamaçtaki evlerin içine giriyordu.
Toplantıların bir kaçından arasıra kaçabildim. Birçok fabrikanın köylerde, pirinç tarlaları arasında olması şaşırılacak bir şey gibi görülse de, esas şaşkınlığımı tavana vurduran şey, her evin kapısında bir elektrik trafosu olması idi. Ülke genelinde evlere gelen elektrik hatları, bizler gibi 220 ya da eskiden olduğu gibi 110 volt standardında değildi. Elektrik hatları daha yüksek bir voltajda evlerin önüne kadar geliyor ve her ev kendi seçtiği (ya da imal ettiği !) bir trafo ile kendi istediği elektriği, ihtiyacı olan voltaja indirgiyordu. Bazı evlerde 220 volt, bazı evlerde 110 volt, bazı evlerde ise 100 volt elektrik olması o evin erkeğinin evi yaparken seçtiği trafoya bağlıydı. Tabi ki içeride kullanılan araçlar da buna bağlı olarak farklı voltajlarda çalışan araçlardan oluşuyordu.
Neden diye sorduğumuzda, geçmiş yakın zamana kadar kış gecelerinde mısır patlatıp birbirlerine masal anlatmak yerine origami (kağıt katlama sanatı ile bir şekil yaratmak) yaparak elde ettikleri el becerilerinin inanılmaz seviyeye ulaşan kopyalama alışkanlığı oluşturduğunu ve bu alışkanlık ile gördükleri her şeyi kolayca kopya ettiklerini öğreniyoruz.
İnanmıyoruz önce Mesut’a…. “Sokaklarda telefon kabinlerinin olmamasını nasıl açıklarsını?” diye soruyor Mesut. Teknolojileri yok diyecek halimiz olmayınca aval aval Mesut’a bakıyoruz…
Telefonlarda kullanılacak telefon kartlarının çok hızlı kopyalandığından, JTB yani Japon Telefon Başmüdürlüğü (Resmi ismini bilmiyorum. Salladım... J .) kopyacılarla baş edilemediği için sokak telefonları kaldırmış bir ülke de olduğumuzu söyleyince, her şeyin, ama dünyadaki her şeyin ufağının en kısa sürede kopyalanarak yapılabildiği bir ülke nasıl olabilirdi diye düşünmeye başlıyorum.
Bir arabanın tasarım başlangıcından üretime geçmesi için gerekli zaman Avrupa’da 5 yıl Japonya’da kopyalama yöntemlerinin etkisi ile 3 yıl olduğunu öğrendiğimizde şaşkınlığımız biraz daha artmıştı.
Her bir olay şaşkınlığımıza bir kademe arttırmaktaydı. Bir plastik enjeksiyon makinesinden çıkan parça üzerindeki tam 25 noktayı kontrol etmek için her bir noktaya beyaz bir kalem ile 1, 5 dakika içinde hepsine ve sırasını hiç şaşırmadan işaret vurup ve o noktaların doğruluğunu kontrol etmek ve bunu tüm gün yapan bir işçiliyi izliyorum. Hem de günde 320 defa, ayda 6.400 defa… Hatalı iş yapan insanlara “İş yerinde bir kaç saatlik çalışmama cezası” verilmesinin daha bir kaç yıl önce “duyguları kırıldığından “intiharlara sebep verdiği için” yasaklanmış Japonya’yı düşünürken, ilkokulda hatalar yaptıkça ceza alarak köşede tüm sınıfa arkasını dönerek tek ayak üzerinde duran çocukların düştükleri durumu ve içlerine yerleşen acılar geldi aklıma.
Hiç durmadan çalışan, geyik yapmasını bilmeyen, birbirlerine laf atmayan, tanımlanmış kurallar dışına sonucu ölüm bile olsa taşmayan, bir adım atmak için saatler, hatta bazen günlerce düşünen ve düşünürken de bir adım atmadan hayatını geçiren, bizim anladığımız anlamda bir aile yapısı olmayan, sokaklarda çocuklarının elinde tutup gezdirmesini bilmeyen Japon ırkının son yarım yüzyıldaki dünyaya yaydığı yaşam tarzını kabul etmekte biraz kararsız kalarak toplantılarımızı bitiriyoruz.
Zirvesi karla kaplı Fuji dağı eteklerinde, bir tren vagonun penceresinden kenardaki ağaçların ne ağacı olduğunu anlayamadan saatte 525 km süratle Tokyo’ya doğru giderken, her anımda şaşıracak bir şeyler bulduğum Japon yaşam tarzı ile o günden itibaren mücadele etmemeye ve hayatı daha bana özel bir Anadolu insanı olarak yaşanması gerektiğine inanmaya başladım.
Mayıs 2003