Japonya'ya tekrar "Merhaba"

İskenderiye Kütüphanesinde Eratosthenes’in dünyanın çevresini ölçeli iki bin iki yüz yıl, Roma’da Galileo’nun dünyanın döndüğünü anlattığı yasaklı “İki Dünya Sistemi” kitabını yazalı dört yüz yıl geçti ama hala devam eden, Dünya dönüyor mu, düz mü, yuvarlak mı tartışmalarına bir son vermek için, İklim ile otuz altı bin feet yüksekliğe, uzayın az altına çıkalım da bir bakalım şu yerküreye diyoruz.
İşimiz kolay değil bu sefer. Bizim pırpır dünyanın dönüş yönünde, batından doğuya saatte sekiz yüz km hızla uçarken, yerküre kendi etrafında aynı yönde saatte bin yedi yüz km hızla döndüğünden, nasıl bizden hızlı giden yerküreye yetişeceğiz, nasıl gideceğimiz yere zamanında varabileceğiz diye düşünüyoruz.


İklim, bana dönüp “Ya yetişemez, geri kalırsa Baba?” diyor.


Derin bir nefes alıp, bu saf sorusunun içimde yarattığı, bir babanın öğretici cevaplar vereceği öğretmenlik tavrını bir kenara bırakıp, bir erkeğin karısına veya kendi annesine kızgın değil ise kızını sevebileceğini hissederek dudaklarıma bir gülücük yerleştirip “Yetişiriz, Kızım!” diyorum.


Uçağımız havaya kalktığında, Dünya bizden daha hızlı gittiğinden, İstanbul doğumuza gidecek, millet gider Mersin’e biz gideriz tersine hesabı, havada ileri gittiğimizi zannederken, önce Sofya altımıza gelecek sonra Paris üzerinde olacağız. Ardında da Atlantik Okyanusu üzerinde ki bir Albatros gibi uçacağız…

İklim, okulda öğrendiği dönen dünya ve aynı yöne farklı hızda giden arabalardan hangisinin hedef noktaya ne kadar sürede vardığını çözdüğü problemleri kafasında evirip çevirirken, uçağın Kuzey Kutbuna yakın geçen uçuş rotası koltuk arkalarındaki ekranlara yansıyor.

Hoppalaaa… Hani biz Tokyo’ya, Doğu’ya gidecektik? Eh tabi ya! Kaplumbağa hızında doğuya gidelim derken altımızda tavşan hızında dönen dünya bizden hızlı kayıp gitmesin diye, anlaşılan  biraz tepeden, Sibirya üzerinden kutupları sıyırıp da gideceğiz.

Yok, yok öyle de değil bu gerçek! Gerçeği öğrenmek için çıktık ya bu yolculuğa. Öğrendiğim ilk gerçek de, benim İklim’i küçümsemem, onun büyüdüğünü kabul etmeden bilgiçlik taslamam olmuş.

İklim benim biraz önceki gülüşümü almış onu biraz daha geliştirip büyüterek içinden bir iç çekerek suratına yapıştırmış bir de üstüne, o bebekken bile başkasını şaşırtmak için yaptığı kara gözlerini kocaman açarak, “Baba! Atmosferinin de, atmosferin içinde bulunan tüm uçanlarında aynı yerkürede sabit duran cisimler, canlılar gibi, Dünyanın hızında döner. O yüzden helikopter, uçak, kuşlar havada da olsa yerküre üzerindeki iz düşümünde aynı noktadır. Bilmiyor musun yaaa…” diye lafı yapıştırıyor.

Karşılıklı gülümseyerek yaslanıyoruz koltuklarımıza.

Uçağımız dolu. Evden, internet üzerinden koltuklarımızı belirlerken üç kişilik koltuklardan, İklim’e cam kenarı, bana da koridor alınca, aramızdaki koltuğa da kimse oturmasın diye kimilerine göre dua edince ya da başkalarının dediği gibi evrene mesaj gönderince işe yaramıştı. Uçuş süresince boş kalan orta koltuğa bir ben, bir iklim yayılıp Einstein'ın cisim zamanla, zaman cisimle, mekân hareketle, hareket mekânla ile dolayısıyla hepsinin birbiriyle bağımlıdır diye ortaya attığı “İzafiyet teorisini” ara sıra düşünerek kolumuzdaki saate göre geçen on iki saate karşılık, ineceğimiz yerde yirmi dört saati geçirmiş olarak, bindiğimiz akşam saatinin aynısında ama takvim yapraklarında bir gün sonrasında Tokyo’nun Narita havalimanına iniyoruz.

Üzerinden yaşam olan dördü büyük, dört yüz otuz adanın yanı sıra altı bin adacıktan oluşan Japonya’da tarih başlangıcı, beşinci yüzyılda Çin’den gelen Budizm’in ülkeye girişi kabul edilmekte. Ve son yüzyıla kadar, bugün olduğu gibi açık bir toplum değillermiş. Yani anlayacağınız öyle Göbekli tepe benzeri tarih öncesi kalıntıları, dinler tarihi gibi bir birlerini aldattıkları efsanevileri, o adacıklarda yaşayan farklı kavimlerin kendi aralarında altını, gümüşü bulup da değiş tokuş yaptıkları bir ekonomileri, tarım yapacak alanları olmadığı için de bunları paylaştırılması için yığdıkları tapınakları ve onları paylaştırmakla görevlendirdikleri rahipleri yokmuş. Bunlar olmayınca da birbirlerini öldürüp, girdikleri bir karanlık çağları olmamış.

Bu benim Japonya’ya ikinci gelişim. İlk gezim Toyota-City’de, doğrudan Japon Otomotiv teknolojinin kalbineydi. Ve on beş senedir de onlarla sıkı fıkı olduğum bir iş yaşantımdan sonra artık ne teknolojik gelişimlerinin arkasındaki saflıklarına gizledikleri hırslarına, ne sonsuz itaatkârlıklarının ardındaki ileri düzeydeki ataerkil aile baskısında oluşmuş ezik ruhlarına, ne de bizim düşüncelerimize göre bir yaşam sürmeyen Japonlara şaşırmıyorum.

Pearl Harber baskını sonucu önce dünyanın, sonra da yedikleri Atom Bombası sayesinde kendi canlarına okumayı becerdikleri, ardından Amerika tarafından yapılan bir anayasa ile yönetilen Japonya, Amerika’nın arka bahçesi haline gelmiş ucuz işçilikleri ile başlayan üretimdeki teknolojik başarıları sayesinde dünyanın en pahalı ülkelerinin başında gelmeleriyle sonlanmış.

Biraz geriye, Edo dönemi denen döneme baktığımızda, 1540-1856 yıllarda arasında üç yüz sene boyunca dış dünyaya tek taraflı kapalı, yani hiçbir yabancının ülke içine girmesine izin vermedikleri yılları yaşamışlar. Ancak kendilerinin dünyayı tanımak için her yere gidip, gördüklerini, sonra geri dönüp anlattıkları, dünyaya kapalı olduğu o üç yüz yıl boyunca evde vakit geçirmek için yapmaya alışık oldukları origami sanatı sayesinden farklı dünyalarda gördüklerini minimize ederek şekillendirmişler, sonra da onları gerçek boyutlarından az ufak boyda yapmaya çalışmışlar.

Ardından gelen 1868 –1914 Meiji döneminde başta ABD olmak üzere Batılı devletler Japonya’yı, ticari dış ilişkilere açmak için yoğun baskılar yapmış. Japonlar o dönemde gelişmiş diğer ülkeler ile bir takım hukuki ayrıcalıklar eşliğinde bizim Kapitülasyonlara benzer, Fubyodo Joyaku dedikleri “Eşit Olmayan” anlaşmalar yapmışlar.

Bu Fubyodo Joyaku antlaşmaları 1911 yılında sonlamasıyla zayıf gümrük duvarlarına rağmen, ülkeyi yabancı malın istilasına uğramamasının nedeni Japonların tüketim alışkanlığından ileri gelmekteymiş.

Japon insanının ev yaşamı dün olduğu gibi bugün de yerde geçer. Yerde oturur; yerde okur, çalışır ve gene yerde yatar. Ancak, bu yer yaşamına bugün teknolojinin sağladığı tüm kolaylıklar monte edilmiş.

Bu yüzden, Batılı tüketim alışkanlıklarını benimseyen küçük bir elitin dışında, batılı ürünlere yönelik arz çok sınırlı kalmış. 

Meiji döneminde ek olarak “ Güçlü asker sanayiyi geliştirir, Şirketler desteklenmeli.” politikasını gütmüş. 



Japonya’nın kırk yıl süren bu ilk kalkınma hamlesi ile batıyı yakalama döneminde ekonomik ve sosyal dönüşüm gerçekleşmiştir. 1900’lü yılların başlarında bitmiş ürünlere %30’lara varan gümrük duvarları koymuşken hammaddelere gümrük duvarlarını kaldırarak Edo döneminin origami bazlı üretim alışkanlıklarını devam ettirmiş.

Bunun ilerisinde Zaibatsu denen, 19. Yüzyılın sonundaki özelleştirmelerden ortaya çıkan büyük holdingler döneminde, kamu yöneticileri, devlet politikacıları ve holding patronlarının işbirliği ile özel kurumlar oluşturmuşlar.



Zaibatsular yönetiminde bu devasa holdingler Japon devleti tarafından ayrıcalıklı muamele gördüklerinden devletten finansal destek sağlayarak ekonomi politikasını şekillendirmişler. Ancak bireyin salt bir çalışan olduğunu, öyle bizdeki gibi onu alırım bunu isterim çalışmam, yok şöyle çalışırım, nasıl olsa annem beni besler, annem beslemezse dedem besler şeklide bir yaşam tarzları olmadığından her bir Japon’un herhangi bir hak aramadan, hatta herhangi bir hakkı düşünmeden işe girdikleri ilk fabrikalarında asla ayrılmayı akıllarına dair getirmeden, sonsuz çalışma saatlerinde, karıncalar misali, askeri nefer olduklarını göz ardı etmeden geçirdikleri son bir yüz yıl olmuş. Eh böyle olunca tabi ki dil yapılarımız Altay dil ailesine bağlı olarak aynı kökten olsak da ekonomilerimiz aynı olmayacağı gerçekti.

Kısaca son yıllarda Zaibatsular önderliğindeki Holdingler Politikacıları, Politikacılarda Memurları, Memurlarda Halkı aracılığıyla ülkeyi yönetiyorlarmış.

Ülke alanı dört yüz bin kilometrekareye yaklaşsa da her tarafı dağlık olduğundan, Marmara Bölgesinden az büyük, ülke yüz ölçümünün dörtte birinde, yüz bin kilometrekarelik bir alanda, yüz otuz milyon insanın yaşıyor.

İklimi… Bizim İklim değil canım, Japonya’nın iklimi sayesinde pirinç yetiştirecek sulak alanlarını dışında bir toprakları ve hayvancılık yapılacak meraları da olmayınca yaşaması zor ancak günümüz dünyasının vazgeçilmez öncelikli isteği olan teknolojiyi yeterince önceden oluşturunca fazla gelişmiş ve pahalı bir ülke oluvermiş.

Bu yüzden, kendilerinin aldıkları bilet fiyatlarına, hiçbir gelişmiş ülke ekonomisinde yaşayan gezginler bu ülkede bir Japon gibi gezinemeyeceğinden, Dünya’nın başka yerinden gelenlere avantaj sağlamak için sadece yabancılara JRPass sistemi üzerinden ama Japonya’ya gelemden satın alına bilinen ucuz tren biletleri satıyorlar.

Bu gezimizde üç farklı noktada konaklayacağımızdan, Tokyo metro hatlarında da kullanılabilinen , ancak en hızlı özel hatlarda geçmeyen, standart tren hatlarına geçerli ( o hatlar bile bize göre çok hızlı), istediğimiz zaman, istediğimiz kadar inip binebileceğimiz “JRPass” kartlarımızı daha yola çıkmadan, evimize gönderdiklerinden yanımızda getirmiştik.

Narita’dan Tokyo’ya elbette taksi veya özel minibüsler var ama yetmiş kilometresinin dudak uçuklatan fiyatını ödeyecek bir şirkette çalışılmadığı sürece Japonların bile tercih etmediği bu taşıma sistemi yerine Belediye otobüsü ile ya da metro ile gitmek en mantıklısı. Buradan Tokyo’ya kalkan metro öyle bir tane değil. Şehir merkezine giden birisi ekspres olan üç farklı hattan işinize geleni seçebiliyorsunuz.

Biz burada sekiz gün geçireceğimizden, JRPass kartlarını ya yedi gün ya da on beş günlük alına bilindiğinden, biz yedi günlük almıştık. Bu yüzden JRPass ofisinde, günlük kullanım hakkımızı akşamın bu saatinde sadece şehre metro ile gitmek için harcamayalım da son günde, birkaç defa kullanmayı planladığımızdan o gün kullanalım diyerek yarından geçerli olacak şekilde aktive ettikten sonra hem Japonca hem Çince hem de İngilizce yazılı tabelaları izleyerek otobüs durağına yöneliyoruz.

Şehrin her yerine kalkan beş, altı farklı bekleme kabinlerinin olduğu otobüs garında kendi durağımızı buluyoruz. Eh,  ülkemizden alışık olduğumuz üzere önümüzdeki yığının en arkasında duruyoruz.

Yanımıza yanaşan yaşlı bir Japon eli ile az arkadaki çizgiyi göstererek orada durmamızı istiyor. Biz önce anlamıyoruz ve yığının arkasında beklemeye devam ediyoruz. Adam öne gidip diğer Japonları eli ile düz ve uzun çizgi üzerinden ellişer santim arayla kesik kesik yapılmış ufak çizgileri üzerinden her bir kişinin durmalarını sağladıktan sonra tekrar yanımıza geldi ve bizim o sıranın en arkasında durmak yerine az arkadaki başka bir çizgi üzerinden durmamızı tekrar istedi. Biz yine anlamadık…

O gene gitti kuyruğun en başına ve tekrar kuyrukta bir adım sağa, bir adım sola kaymışları düzeltti.  Bir otobüs kadar insanın tek sıra halinde çizgi üzerinden tek sıra ve tek tip durmalarını sağladıktan sonra tekrar yanımıza geldi ve üçüncü defa bizi kuyruktan atıp az arkadaki diğer çizginin üzerinde durmamız gerektiğini ses tonun hiç yükselmeden, sanki daha önce iki defa söylememiş gibi sakin bir şekilde ama Japonca, çizgiyi göstererek bir şeyler söyledi.

İklim’e, bu adam bunu yapıyorsa vardır bir hikmeti diyerek artık arka çizgiye geçtik ve beklemeye başladık.

Bu arada biz önde durduğumuzdan arkamız da ki çizgi de yavaş yavaş dolmaya başlamış. Eh en önü kaçırınca üç beş kişinin arkasında ki kesik çizgide yerimizi aldık. İki dakika içinde durağa gelen otobüse öndeki çizgiden binen yolcular ilerleyince son yolcu otobüse bindiğinde otobüste oturacak yer kalmadığını görünce durumu kavradık.

Durak üzerinde otobüs koltuğu sayısı kadar insanın durabildiği çizgiler var. Ve her birey o çizgi üzerinden ufak kesitli çizgilerin üzerinde duruyor ve bir otobüslük sayı dolunca herkes bir arkadaki uzun çizgiyi, bir sonraki otobüse binmek için yerine geçiyor.

Pek alışık olmadığımız bu düzen karşısında önümüzdeki çizgi tamimiyle ile boşalınca, bu sefer tüm arka çizgidekiler ile önümüzdeki çizgiye geçip gelecek otobüsümüzü beklemeye başladık. Ortalıkta hiç ses yok, kimse kimseye bir dakika benim acelem var muhabbeti yapmıyor. Bir beş dakika içinde yeni bir otobüs gelince bir öncekilerin düzeninden ilerleyip otobüsümüze binerek yola koyuluyoruz.

Metro yerine otobüs tercih ettiğimize seviniyoruz. Hava karamak üzere ama Tokyo’nun banliyöleri yayılmış çoğu tek katlı evlerin üzerine kurulmuş otoban yoldan geçerek bir saatte şehre yaklaşıyoruz. Tokyo’ya geldikçe apartmanlar büyüyor. İlerilerde gökdelenler göze çarpmaya başlıyor.


Hostelimizi yarın sabah erkenden terk edip Tokyo tren istasyonundan Hiroşima trenine bineceğimiz için istasyonun bir iki sokak arkasında seçmiştim. Havaalanı otobüsü de aynı yere geldiğinden istasyonu ışıl ışıl aydınlatan gökdelenlerinin önünde inip sırt çantalarımızı sırtlıyoruz.

Etrafımızı saran içlerinde şık ofis binalarının olduğu kırk, elli katlı gökdelenlere köyden indim şehre misali sırtımızda sırt çantaları ile baka baka Marunouchi caddesinde ilerliyoruz. Artık hava karadığı için tam görünmüyor ama caddenin hemen arkasındaki İmparatorluk Sarayı'nın yemyeşil doğu bahçelerini gezmeyi dönüşümüze bırakacağız. Şimdilik mağazalar ve sade yemek mekânlarıyla dolu kalabalık Tokyo İstasyonuna bakan Meiji döneminden kalma binalar ile gökdelenler arasında ilerliyoruz.

İklim gökdelenin birisinin katlarını saymaya başlıyor. Kırk dokuz, elli, elli bir, derken gözü kararıyor ve saydığı katı karıştırınca tekrar ama bu sefer doğru saymak için “Baba bi duralım da tam olarak sayayım şu binanın katlarını.” diyor. Yaslanıyoruz bir duvara ve başlıyoruz birlikte tekrar en alt kattan saymaya.

Altmışı geçince en üst kata gelmiş olmanın huzurunda tekrar yürümeye başlıyoruz.

İklim’e bu şehrin en merkezi yeri olan Ginza mahallesinde bir tur attırıp öyle otele götürmek istiyorum.
Burada saat gecenin onu oldu ama ne de olsa hem yolda çok uyuduğumuzdan hem de Türkiye’de daha öğlen olduğundan vücudumuz buraya alışmadığından uykumuz yok.

Metre karesi üç bin dolara satılan ofis ve rezidanslarla dolu Ginza Mahallesi, pahalı Japonya’nın en pahalı merkezi. Tüm lüks alışveriş markaları, IT dünyasının bildik tüm firmaları, Japonya’yı yöneten Holdinglerin ofisleri, hepsi burada…

Karşımıza Ginza Palace’daki Nissan Show Room’u çıkınca Japon araçların son versiyonlarını seyretmek için mağazaya dalıyoruz. Arabaları biraz hızlıca göz atıp kapanmak üzere olan mağazadan çıkıp elimizdeki telefonun GPS’si sayesinde yönümüzü bulduğumuzdan, otelimize doğru bir caddeye sapınca gecenin onuna boşalan Kabuki-za tiyatrosunun seyircileri ile içli dışlı oluyoruz.

Çok isterdik bu tiyatroya ve Kabukiza oyununa gitmeyi ama bilet denk getirmenin yanı sıra fiyatlarının yüksekliğine pek yanaşabilecek gibi değiliz. Kabuki tiyatrosu, bir Japon halk tiyatrosu türü. Bizler orta çağı yaşadığımız karanlık dönemlerde, Japonlar dünyadan kopuk, güldürücü skeçlere eklenen dans ve pantomimden oluşan tiyatrolar seyrediyorlarmış.

Kabukiza, bizim gölge oyunumuzun meddahlığa dönüşmüş orta oyunu tarzında. Önemli Meddahlarımızdan Güllü Agop, Kavuklu Hamdi gibi Japonya’daki Kabuki oyunları ilk kez on beşinci yüzyılda antik Japon şintoist tapınağında dansçılık yapan Okuni ortaya çıkartmış ve hem o hem de günümüze uyarlanan oyunları hala pek meşhur. Bu geceki oyunu hatırı sayılır bir izleyici ordusunun izlenmekte olduğunu dışarı çıkan temiz kıyafetli bay ve bayanların kalabalıklığından anlaşılıyor.

Cadde de aynı tiyatro önü gibi kalabalık. Kabukiza tiyatronun ilerisinde, işyerlerinden yeni çıkmış kimisi ellerinde James Bond çantalı, kimisi bir omuzuna astığı bilgisayar çantası olmasına rağmen hepsi siyah takım elbiseli erkek Japonlar ve onlara eşlik eden yine aynı çantaları bir ellerinde diğer ellerinde bir bayan çantası taşıyan siyah döpiyesli kadınlar, güle oynaya ya bir bara giriyorlar, ya da lükslüğün ışıltısı pencere camından çıkıp sokak kaldırımlarına vuran,bol bol Sake içilen barlardan çıkıyorlar.

Bu gezimde daha çok bayanın iş dünyasına entegre olduğunu görüyorum. Ancak Japonlar, o garson kılıklı siyah takım elbiseli kıyafetlerle bile gecenin onuna kadar çalıştığından dejarş olmak için yolda yürüyemeyecek kadar sarhoş olmuş, kendinden geçmiş halde ya kadın arkadaşının omzuna yaslanmış ya da kadının erkek arkadaşını zorla taşıdığı, birkaçının ışıltılı parlak Ginza kaldırımlarına kustuğunu görünce son on beş yılda içki içmeleri konusunda pek bir şey değişmediği gözden kaçmıyor.


İklim ile ne kusana, ne de zar zor yürüyene pek aldırmadan kendimize göre yemeği bol Sakesi az yerel bir lokanta bakıyoruz.



Uçakta yediğimiz yemeğin üzerinden uzun bir süre geçtmişti Yatmadan önce karnımızı doyuralım da uyuyalım diye kapısında sarkan fenerlerin bizi cezbedenlerden bir tanesine girmeye karar veriyoruz.

Vitrinlerinde, tüm yemeklerin bire bir kopyasının origamideki alışkanlıkları sayesinde yapılmış görselleri daha çok ilgimizi çekiyor.



Japonya’da yemek ısmarlamayı menü üzerinden değil de, görsel şekillere göre sipariş vermek en azından ne sipariş verdiğimizi ve ne yiyeceğimizi bilmemize yarıyor.

Daha ilk gün olduğundan farklı yemekleri deneyebilmeye cesaretimiz yok. Ben bir sebze çorbası, İklim beyaz bir pilav ve kızarmış tavuk sipariş verip Türkiye’de ki saatimize göre öğlen yemeğimizi gecenin on birinden yiyip otelimize geliyoruz.

Hostelimiz, dar bir kapıdan girilen üç katlı bir Japon evi olarak karşımıza çıkıyor. Giriş işlemlerimizin ardından üst katta dar bir merdiven ile çıkılsa da, İklim ile zor sığdığımız bir asansör ile çıkıyoruz.

Üst katta üç tane oda kapısını bulunduğu, odalardan bir tanesi bizim. Kapıyı kayıt sırasında aldığımız şifre ile açınca, İklim doğrudan içeri dalıyor ve ben daha ayakkabılarını çıkart da öyle gir dememe kalmadan, kapı önünde kalakalmış olarak “Baba ayakkabılarımı çıkartacağım da... Burada oda bitti” diyor.

Boşuna metre karesi üç bin dolardan gitmiyor bu mahallenin. Neredeyse ayakta uyunacak kadar dar bir oda



Ayakkabılarımızı kapı açık halde çıkartıp, kapını açılması için gerekli çeyrek daire kadar bir boşluğun ardında ki Japon yer yatağının üzerine İklim oturuyor ve ben odaya giremediğimden kapı dışında ayakkabılarını çıkartmasını bekliyorum. İklim bir yandan gülüyor, bir yandan da bağcıklarını çözmeye çalışıyor. Neyse çabuk çözdü ve kapı arkasına attı ayakkabılarını. Ben ardından aynı şeyi yaparken kapı eşiğinde yer olmadığından, İklim yer yatağına çoktan yattı.. 



Peşi sıra hızlıca çıkartıp attım kapı arkasına ayakkabılarımı, daldım tuvalete. Yoksa yarım metrekarelik yani bin beş yüz dolarlık eşiğe işeyiverecektim.

Zenginiz bu gece! Yatak iki metreye iki metreden dört metrekare, tuvaleti anlatmayayım o kendi başına, içinde duşu ve otomatik klozeti olan bir metre karelik bir saray yavrusu. Eh kapı eşliğini de sayarsak, on beş bin dolarlık bir alanda içinde tavana asıl bir televizyonu duvara gömülmüş sadece kapağı görünen büyük ihtimalle hazne kısmı yan odanın banyosundaki klozetin arkasına saklamış bir buzdolabı ile gecemizi geçireceğiz…

Televizyonu açarak Japon çizgi filmlerin olduğu bir kanalı bulup, beş santimlik şiltenin üzerinde üzerimize çektiğimiz pikeden az kalın ince bir yorgana sarılıp uykuya dalıyoruz.

Nisan 2019