Hiroshima, Hüzünlü şehir


...5 Ağustos 1945. O gün çocuklar sokaklarda gülüşerek oynuyorlardı...
Gün erken doğmuş da biz farkına varamamışız. Yol kenarlarını süsleyen, pembe çiçekli Sakura ağaçları dün geceden kalan Tokyo anılarımıza ekleniyorlar.
Cadde ve kaldırımlar temiz ve parlak. Sabahın erken bir saatinde kimselerin olmadığı sokağımızdan Tokyo tren garına doğru yola koyuluyoruz. Gece yatmadan yediğimiz lapaya benzer, tuzsuz pirinçler ise hala midemizde taş gibi duruyor.

Yetmezmiş gibi İklim sabah kahvaltısı yapanların balık kokulu krakerlerine dayanamadığından aceleyle hostelimizi terk etmiştik. Gerçi beş santimetrelik Japon tarzı yer yatağında rahat bir uyku çekmiştim ama tüm gece bağırsaklarım çalıştığından tok bir karınla güne başlayınca benim de kahvaltı yapacak halim yoktu. Ama bari çıkmadan bir kahve içseydik…

Havada tatlı bir çiçek kokusu var. Kaldırımlar değil ama yollar ıslak. Yerlere kadar sarkan dallardan birisini çekip pembe sakura çiçeklerinden bir tanesini koparmadan kokluyorum. Sakuralar kokmuyorlar. Yağmurun da kaldırımları ıslatmayıp sadece asfalta yağacak hali olmasa gerek.

Üzerleri geniş ferforje demirler ile korunmuş kaldırıma dikilmiş ağaçlarının köklerini kaplayan topraklar da ıslak. Su damlacıkların parıltılarında, Alis Harikalar Diyarında yürüyor gibiyiz. Az ileride sorularımıza cevap bulabileceğimiz araç karşımıza çıkıyor. Her Sakura ağacının önüne geldiğinde otomatik olarak ağaç köklerine su veren, önünden akan su ile de yolu süpüren bir belediye aracı bir yandan da havaya bir toz bulutu püskürtüp etrafın güzel kokmasını sağlıyor.

Eh olsun o kadar diyoruz. Zira bulunduğumuz yer Ginza Mahallesi, Tokyo’nun hem en pahalı, hem de en modern iş merkezlerinin olduğu gökdelenler bölgesi. Saat daha erken olduğundan, belki elli, belki yüz, belki de iki yüz km uzaklıkta yaşadıkları başka şehirden hızlı trenler ile en fazla bir saatte Tokyo’ya gelebildiklerinden, gelecekler evlerinden çıkmışlardır. Ama daha iş başı saati olmadığından etrafımızda şimdilik tek-tük Japon görüyoruz.

Pek böyle sakin ummuyorduk buraları. Sokaklarda ilerledikçe, tren istasyonuna yaklaştıkça etrafımız yavaş yavaş çekik gözlü insanlarla dolmaya başlıyor. Yürüdüğümüz son sokaktan, Tokyo tren garına bakan Sotobori Dori caddesine saptığımızda, istasyondan çıkan kalabalıkla karşı karşıya kalınca, işte diyoruz. “Bizim aradığımız Japonya ve Japonlar...”

Garın caddeye bakan geniş kapılarından sanki bir futbol maçı sonrası stadyumun boşalıyor. Yığınla çekik gözlü insanın üstümüze üstümüze geldiğini görünce kaldırımda az kenara çekiliyoruz. Kimsenin ne öndekini görecek, ne de pembe pembe açmış sakuralara bakıp o çok mutlu olduklarını zannettiğim Japonya’da yaşıyor olduklarını kavrayacak halleri var.

Hepsi, son yıllarda Honda’nın üretip reklamını yaptığı, hatta şimdilerde yeni neslini çıkarttığından emekliye ayırdığı insan robotu Asimo’dan pek farkları yok. Genç görünümlerine rağmen ya dün gece geç saatlere kadar çalıştıklarından ya da sıkı içtiklerinden ama çoğu pahalı Tokyo'da yaşamak yerine uzaklardan geldiklerinden aynı benim gibi uyanamamış haldeler. Asık suratları yetmezmiş gibi bir de bir zamanlar birbirlerine bulaşmasın diye SARS hastalığı korkusuna taktıkları, şimdi ise ilkbaharda açan çiçeklerin polenleri kaçmasın diye ağız ve burunlarını kapattıklarından, tek tip beyaz bez maskeleri ile Robot Asimo'nun sadeliğinde yanımızdan geçip gidiyorlar.

Bizim var olan tüm AVM’lerimizden büyük Tokyo tren İstasyonuna binlerce insan arasından geçerek dalıyoruz. Hedefimiz ilk durağımız olan Kyoto’ya gitmek için bineceğimiz trenimizin peronunu bulmak. Garın otuz peronundan tüm Japonya’ya her beş dakikada bir kalkan trenlerin hareket yeri ve saatlerini bir Japonca, bir İngilizce yazdığından ışıklı panodan kendi trenimizi bulmamız pek kolay değil.

Yanımızdan geçenlere sorabilmek ise ne mümkün? Önceki tecrübelerimizden İngilizce bilenine az rastlamıştık. Eh biz de Japonca bilmeyince bir çekirge ordusunun ortasında kalmış yaralı bir karınca misali kalabalık içinde yolumuzu kavramaya çalışıyoruz. Hem o kadar hızlı yürüyorlar ki birisini durdurup sorabilmek de imkânsız. Tanzanya’da, iki metreyi aşan yuvalarına, ordular halinde girmeye çalışan uçan karıncaları gibi hiç birisi bize aldırmadan önümüzden uçup gidiyorlar.

Hemen hemen hepsinin kafaları eğik, gözleri ayakuçlarına bakmaktan boyunları da yamulmuş. Ellerinde telefonlarının ekranlarına baka baka, mesaj yaza yaza veya kitap okuya okuya gidiyorlar. Belli ki her Tokyo’lunun telefonunda bolca internet var. Ancak halka açık yerlerde beleş Wİ-Fİ maalesef yok. Bazı trenlerin içinde de Wi-Fi varmış ama gelmeden okuduğumuza göre peronlara geçmedikçe onlara da erişilemiyormuş.

Fastfood restoranlardan birisinin yanına yanaşıp kapı kenarından halka açık bir Wi-Fi üzerinden http://www.hyperdia.com adresine girip Kyoto trenimizin kalkış saatini ve peronunu buluyoruz. Zaten her bir saatte bir var olan trenlerden birisine binebileceğimizden yer ayırtmamış, sabah gelişimize göre bir tanesine bineriz demiştik. Köşesinde durduğumuz fırından yayılan ekmek kokusu burnumuza kadar geliyor. Kullandığımız beleş wi-fi’nin karşılığını mağaza sahibine ödememizi istercesine dumanı üstünde tüten kekler ve ekmekler ikimizi de cezbediyor.

Otelde yanına dahi yaklaşamamıştık ama bu unlu mamulleri tadı sanki tam ağzımıza göre. Ben karton kutuda bir kahve ve bir de üzümlü keklerinden, İklim ise tuzlusu olmadığından,  Amerikan aşığı Japonların unlu mamullerinden birisini, çilekli Donut’undan bir tane alıp trenimize binmek için peronumuza geliyoruz. Tren peronda bizi bekliyor.

Yolumuz Fuji dağının yakınından geçecek. Fuji’nin en son 1700’lü yılların başında patladığından hala aktif volkanik bir dağ olduğunu duyduğundan beri İklim sıkıntılı. Ama bir o kadarda dağı görmek için meraklı. Güzel bir manzara eşliğinde bizi karşılayacağını umarak ortası masalı trenin gidiş yönüne doğru sağda, cam kenarında birer yer seçip oturuyoruz. İki dakika içinde trenin hareket etmesi ile sallanmadan ve yine kısa bir zaman diliminde yüz elli kilometreye ulaşan hızında, gardan aldığımız atıştırmalıklarımızı yerken bir yandan vagonun içini, bir yandan da yanımızdan zırt pırt var gücüyle geçen trenlerin yarattığı ses dalgasında salınan trenimizde Japonya’yı anlamaya çalışıyoruz.

Tokyo’yu sabah terk eden bir trende gittiğimizden vagon bomboş. Trenimiz hızlıca, Tokyo’nun içinde geçen Sumida nehrinin deltasının yan kolları üzerine inşa edilmiş onlarca köprülerden geçiyor. Yavaş yavaş yüksek şiddetteki depremlere dayanıklı gökdelenleri geri bırakarak şehirden uzaklaşıyoruz.

Çok uzak olmayan dağların yamaçları, sert geçen kışlara dayanıklı kalın gövdeli koyu yeşil ağaçlarla kaplı. Denize yakın alt düzlüklerinde ise akan irili ufaklı derelerin oluşturduğu deltalar üzerine kurulmuş pirinçten başka bir şey yetişmeyen tarlalarının ortasına sıkıştırılmış evlerin önünde üzerinde bir, iki kişinin yürüyebileceği patikalar var. Sanki evden çıkanlar, evin etrafına kurulmuş açık bahçe havuzu gibi duran sulak pirinç tarlasına düşüverecekmiş gibi. Evlerin hemen hepsi bir, iki katlı ve saçakları yağışlardan evi korusun diye bir metreden fazla dışarı çıkmış ama içe doğru çökük çatılı. 

Üzerindeki tüm kiremitler sanki seramikten. Hepsi parlak ve iri taneli. Çoğunun rengi, gecenin koyuluğunu anımsatan lacivert, bazıları ağaçların gölgesini hissettirircesine nefti yeşil ya da toprağın canlılığını gösterirmiş gibi kahverengi.

Doğa ile uyumlu evlerin masalsı görüntüleri eşliğinde Fuji, tepesinde sis şapkası ile uzaktan karşımıza çıkıyor.

Fuji dağı tam bir ters huni. Tepesinde bir sis şapkası, zirvesi karlı, altları etrafa yayılmış bir Flamenko dansçısının etekleri gibi genişlemiş ve koyu yeşil ağaçlı. Önümüze kadar gelen düzlüğü ise ilkbaharda pembe çiçekleri açmış Sakura ağaçları ve daha yeni baş yapmaya başlamış sulak pirinç tarlalarıyla kaplı.

Trenin yavaşlamasını ve o görüntüyü daha çok içimize yerleştirmeyi istiyoruz ama nafile. Üç yüz kilometreye çıkmış hızında hiçbir değişiklik yapmadan, acelesi varmış da geç kalacakmış gibi koştur koştur giderken, neredeyse telefon ile fotoğraf çekmememize bile izin vermeyen bir tavırda yoluna devam ediyor.

Bir belgesel filmi hızlı ilerletiliyor da, merakla izliyor gibiyiz.

Bugünkü son varış noktamız Hiroşima. Tokaido Shinkansen hattı üzerinden dokuz yüz km’lik yolumuzun, Kyoto’ya kadar olan kısmını saate üç yüz km, diğerini farklı bir tren ile saatte ortalama iki yüz elli km’lik bir hızda, dört saat gibi bir zaman diliminde gideceğiz. Şimdilik hattı yapılan ve deneme seferlerine başlanan, 2020 yılında açılacak olan saatte altı yüz km hızı aşan Maglev’leri görememiş olmak gelecek günler için merakımızı canlı tutuyor.

Çok sevmiyorum bu Japonları. Bazen kıskanıyormuşum gibi geliyor. Çevremdekilerin, uzaktan uzağa hayran kaldıkları Japonya’yı sevmiyor olmama rağmen neden buralara geldiğimin sebebini bulmak için soruyorum kendime de “Kızım için!” diyerek kandırıyorum benliğimi.

Oysa öncelikle bilinmeze olan aşk benim ki. Yakındaki zaten bildiktir. Ama uzak olan keşfedilmek için beni bekler. Ben beni bekleyene, bilinmeyene yaklaştıkça, onu tanıdıkça, gerçeği fark ettikçe, bilginin süzgecinden geçirdikçe aradığım olmadığını anladığımda bu sefer o iter kendisi, biraz uzaklaşır benden. O zaman ben biraz rahatlarım...

Uzaktakine tekrar ulaşmaya, o yenilenmiş bilinmeyene olan ilgim, bir labirent içinde dolaşırken varlığından dahi emin olmadığım çıkış kapısını ararken, ne ona, ne bana bir şart koşmadan kendimi gerçekliğin girdabına teslim ettiğimde, kendimden bir parçayı keşfetmenin hazzını o anda, onda bulabiliyorum.

Kendi arsızlığımı ancak o zaman o uzaktakinde fark edebiliyorum.

Fiziksel benliğimin kırgınlığından başka bir şeyde değil! Arzularımı bulmak umudu ile ona yöneldiğimde, beni ben yapanı öğrenmek için giriştiğim bu yolculukta, köklerimin derinliklerine ulaşan kılcal damarlarımın üzerinde ki bu yürüyüşüm de, aşk’ın içimde yarattığı yok olma arayışı bu benim ki.

Belki de enerjik benliğimin coşkusundan başka bir şey değil! Çevreme olan ilgisizliğim, yok olma ihtimalinin birkaç adım gerisinde. Temkinli bir halde kendimi ateşe atacakken, kendimi bile bile kandırma bu benim ki.

Esasen ruhsal benliğimin duygusuzluğundan başka bir şey değil! Gerçeğe ulaşma arzusunda ki tehlikeleri göze alma, bilinmezin içine dalma ve hiçbir zaman öğretilmeyen özü hissetme arzusu bu benim ki.

Yanan bir mumun etrafında dönen, döne döne önce ateşin parlaklığında kendini gören, kendisini keşfettikçe kendisini daha iyi görmek için ateşe yaklaşan, yaklaştıkça ateşte yanan, yandıkça ateşin parlaklığında kendini güneş, merkez sanan, merkezîleştikçe kendisinin kölesi olan pervane misaliyim ben.

Oysa yarına bir umut saklamaktan başka bir şey değil benim ki,

Yarın ne kadar uzakta, yolculuğum ne kadar meşakkatli olursa olsun, kendi benliğimi bulamamışlığım da ezik yaşarken tutunabildiğim dayanmaya gücü, yolculuğun sonuna ulaştığımda elde edeceğim mutluluğun hazzı ile o hazzın geçiciliğini bilmenin sıkıntısında, yarın olmasını istemeden o’na kavuşmayı öteleme isteği bu benim ki,

Ama ne diyorum çevreme; “Kızım için…” yalan! Yalanı söylerken dahi utanmıyorum. Ne evde bir haftalık tatilinde onun bir odaya kapanmasını istiyorum, ne de onun o oda da kapalı kalmasına dayanacak gücüm var. Hayatı daha sık bir arada geçirmenin, anı yaşamak için bir zaman dilimi yaratmanın yolunu bulmaktan çok, ya bir yol bulamazsam da hayat yolculuğa çıkmadan biter endişesini ile içimde taşıdığım ölüm korkusunda, insanın çocuğu ile birlikte vakit geçirmesi için bulduğum tek yol bu benim ki.

Neresi olduğunu önemsiz, annesinden uzak, baba-kız kendi kendimize geçirdiğimiz bir zaman dilimi...

Kel saçlı Japon öğretmenimiz salona girip hepimizi süzüyor. Ben işe başlayalı daha birinci seneyi yeni devirmişim. Son bir senedir konuşulan, yeni üretilecek aracın dizayn çalışmalarının başında bir Japon ekip koymuşlar, bizler de bu projenin ön ekiplerinden olduğumuzdan Japonlar ile özdeş düşünebilmek için onların iş teknikleri anlayabileceğimiz bir eğitim alıyoruz. Bay Takashi salona girip hepimizin önünde üç defa saygı ile rükû edip bizleri selamlıyor. Kendi kartvizitini iki ellerinin baş, işaret ve orta parmaklarını arasına kırılacak bir cam çubuğu tutar gibi tutup hepimize teker teker, önümüzde tekrar rükû ederek sunuyor ve aynı nezaket ile bizlerden de kartvizitlerimizi bekliyor. Arka ceplerinde taşıdıklarından kırışmış cüzdanlarını çıkartan birkaç müdür, diğerleri pantolon, ceket ve gömlek ceplerini karıştırırken kendi kartvizitlerini adamın eline dilenciye sadaka verir gibi sıkıştırıyorlar. Bay Takashi, başka bir girizgâh yapmadan, dia projektörünü açıp perdede yansıyan bir geometrik şekli, önümüzde duran isimliklerimize bakarak yanımdaki arkadaşıma “Bay Ahmet”i ismini biraz farklı telaffuz ederek söyleyip, önünde durduğu karatahtaya -yıl 1991 daha beyaz tahtalar ve renkli Edding kalemler yok- çizmesini istiyor. Ahmet Bey benim müdürüm. Ve iş dışında hiyerarşiyi ayırt etmeyi öğrenmeden bu yaşlara gelmiş birisi olarak, müdürüm ile yan yana oturmanın aynı seviyede olmanın sıkıntısını yaşıyorum. Ahmet Bey, iyi bir mühendis ve Fransız eğitim sisteminin tüm katılığını ve kuralcılığını üzerinde taşıdığından daha beyaz tebeşiri eline alır almaz başladığı çizimi bitirdiğinde, Bay Takashi o ana kadar fark etmediğimiz projeksiyonun yanına bulunan kronometreye durduruyor. Ahmet Bey çizimi iki dakikada yaptığını görünce gururla ve gülümseyerek yerine oturuyor. Bay Takashi teşekkür edip, bu sefer iki kişi aynı anda kaldırıp tahtaya yandan görecek şekil de yan yana oturtuyor. Perdeyi yakın yan görene şekli anlat ve diğerine şekli görmesine rağmen birincinin anlattığına göre çizmesini istiyor.  Şekil az buçuk yamuk olsa da çok benzer biçimde çiziyor. Kronometre bu sefer üçüncü dakikayı gösteriyor. Bay Takashi ardından başka iki kişiyi gözleri ile ararken tombaladan ben çıkıyorum. Yanıma eş olarak başka bir müdürü seçip beni tahtaya bakar, onu da tahtaya arkası dönük oturtup, ekranda yeni yansıyan farklı bir şekli, kronometreyi sıfırlatıp bana anlat, ona da ne anlattıysam ona göre çizmesini istiyor. Anlattığım şekli ne Sinan Bey çizebildi, ne de ben bir müdüre karşı şunu yap. böyle bir şey çiz, derken sırtımdan akan terlerim ile doğru dürüst anlatabildim… Kronometre altılı dakikayı çoktan geçmişti. Bay Takashi düğmesine basıp saati durdurdu. Bizlerin önünde eğilip, teşekkür ederek yerimize geçmemizi istedi. Ardından başka bir ikili bulup bizim gibi ters oturtup önce resmi anlatmasını isteyip, çizicinin sorular sordurup şekli görmeden kavramasını için karşılıklı bir değerlendirme süresi yaratmalarını istedi. Sonra perdenin üzerine üstünde yan yana harfler, solunda da yukarıdan aşağıya rakamlar olan bir biri altına ve yanına dizilmiş noktalar yansıttı. Çizeninde önce kendi sayfasına aynı noktaları çizmesini isteyip, anlatıcıya da harf ve rakamlardan yaralanarak bir noktadan başka bir noktaya çizgiler çizdirerek anlatmasını istedi. Yeni bir şekli perdeye yansıtıp kronometreye bastı. Ön konuşma süresi dört dakikayı geçmişti ki çizime noktaların harf rakam ilişkisinden yararlanarak çizdirilmesi ile toplam süre altı dakikayı yeni aşmıştı ki çizim bitti. Hem de ilk yapan Ahmet Beyin çizdiği gibi hatasız ve doğrudan resme bakarak çizdiği süre ile aynıydı. Projelendirme süresinin, üretim süresinin üç-dört katı fazla olabileceği fark ettiğimiz bu eğitimin ardından zaman içinde gördüm ki, Japonlar saatlerce, günlerce, hatta yıllarca karşılıklı konuları değerlendirmeden hiç bir adım atmıyorlar.

Trenimiz Kyoto’nun içine girmeden, banliyö istasyonlarından birinde duruyor ve arkamızdan gelen trenin, Hiroşima’dan geçip Fukuoka’ya kadar giden tren olduğunu bildirdiklerinden aynı perondan ayrılmamamız isteniyor. Onlarca kişi trenden inip tek sıra halinde gelecek treni bekliyor ve bir metroda vagon bekler gibi ayakta durup iki dakika içinde arkadan gelen hızlı trene tek sıra halinde itişmeden biniyoruz…

Kyoto merkezden gelmiş olan aktarmada bindiğimiz tren içi, öncekine göre daha dolu olsa da boş bulduğumuz iki koltuğa yerleşiyoruz. Elimizde geçmişini merak ettiğimiz ara sıra göz attığımız Hiroşima kitabı var. Siyah takım elbise içine giydikleri beyaz gömlek üzerine taktıkları siyah kravat ile birbirleriyle sohbet eden ajan kılıklı iş adamlarının bu tek tip kıyafetlerini görünce, binlerce yıl süren kapalı bir toplumun en temel özelliği olan baskıcı sosyal bir devlet sisteminin hala çalıştıkları iş yerlerinde etkin olduğunu hissetmemize neden oluyor. Ortamda bu sefer birçok iş kadını da görüyorum. Ama kıyafetleri benzer. Hemen hemen hepsi siyah döpiyes içinde beyaz gömlekli. Hatta bazılarının fularları siyah. 2003’de geldiğimde çalışan kadın sayısının o teknolojik başarılarına özdeş seviyede yüksek olmadığı Japonya da şimdi sanki fazlalaşmış gibiydi.

Elimizde Hiroşima kitabı ile son iki günün yorgunluğunda oturduğumuz koltuklarda uyuya kalmışız.
Etrafımıza bakındığımızda yanımızdaki koltuktaki iş adamı ve iş kadını Japonlar yoktu. Yerlerinde küçük bir kız annesinin elinde yün eğirmede kullandığı kirmanından çıkan ipi sardığı bir yumak ile hem oynuyor, hem de annesine heyecanla bir şeyler anlatıyordu.

O kadar derin uyumuşuz ki, Hiroşima durağında durduğumuzu dahi fark etmemişiz. Tren hareket ederken peronda Japonca hecelerin yanında yazan “Hiroshima-Matsubaracho” tabelasından yavaş yavaş uzaklaşıyoruz. Tabi ki telaşlanıyoruz birden. Elimizdeki kitap yere düşüyor. İneceğimiz durağı kaçırmış olmamızın sıkıntısını birkaç saniye yaşasak da aniden hızlanan trenden atlayamayacağımız için hemen sakinleşiyoruz. Nasıl olsa JRPass kartlarımız vardı. Bir sonraki durakta inip bedavadan geri dönebilirdik…

Kız yerdeki kitabı alıp bize uzatıyor ve Hiroşima’ya hoş gediniz diyor. İkimizde kıza gülümsüyoruz. “Annem” diyor, “Itsukushima manastırında hizmetçi. Babam da orada görevli. Bizimle gelmek ister misiniz?” diye soruyor. İklim ile göz göze bakıp başımızla onay veriyoruz. Annesi yan gözle bize bakarak gülümsüyor. Üzerinde kimono benzeri bir entarisi var. Gözleri siyah ve yusyuvarlak. Burnu sivri, dudakları ufak. Saçını arkadan topuz yapmış, topuzun ortasından çapraz yaparak geçirdiği iki waribashi çubuğunun baş kısımlarında, biri kadın diğeri erkek biblosu var. Sanki kafası bir kâse, saçları da pirinç pilavıymış da üstünden birisi yiyecekmiş gibi. Tepeden bakana aldırmadan elindeki kirmanını bir soldan sağa, bir sağdan sola çeviriyor.

İklim adın ne diye soruyoruz kıza. “Keiko” diye gülerek cevap veriyor ufaklık. “Babam koymuş adımı. Biz de Dedeler koyar adları. Esasen ben doğmadan önce erkek olacağımı düşünerek Dedem Hiroshi adını koyacakmış ama kız olduğumu görünce dedem sırf isim koymak için geldiği evimizi terk etmiş ve adımı koyma işi babama kaldığından, babam koymuş adımı” diyor. Ama kardeşi yokmuş…

Başka çocukları olmayınca savaşçı bir erkek çocuk doğuramadığı için dedesi annesini zorla manastıra göndermek isteyince, babası da annesini bırakmamış, üçü birden Itsukushima’da yaşamaya başlamışlar. “Babam” diye devam ediyor Keiko. “Oradaki okulda öğretmenlik yapıyor. Annem de ziyarete gelenler için kapı girişinde ki dükkânda mum satıyor, ben de onlara yardım ediyorum. Bazen babamın sınıfına birlikte gidip orayı birlikte süpürüyoruz. Sonra babam, okula gelen erkek öğrencileri okuttuğundan beni sınıftan çıkarıyor. Kız çocuk hiç okumuyor manastırda. Ben oradaki birkaç kızla arkadaşlık ediyorum. Babamın ada dışında ki yakaladığı, yatılı kalan çocuklar için beslenen geyikler ile oynuyorum. Onarı ellerimle besliyorum.” diyor. “Geyikleri yaşayanlara yemek yapmak için bazen babam kesiyor, bazen de rahiplerden biri. Ben canlı canlı beslediğim geyikleri yemekten hoşlanmıyorum.” derken başını öne düşürerek gözlerini yere eğiyor.

Biz de tam kendimizden bahsedecekken, trenimiz yavaşlıyor ve Miyajimaguchi tren istasyonuna giriş yapıyor. “Burada ineceğiz ve Itsukushima manastırına gitmek için kayığa bineceğiz.” diyor Keiko. Bu sefer trende kalmayalım diye yeni arkadaşlarımızdan önce kalkıp kapıda beklemeye başlıyoruz. Annesi bir elinde hasır bir sepet, diğer eliyle Keiko’yu ufak parmaklarından tutarak trenin basamaklarından peşimiz sıra inmesine yardımcı oluyor. Bir peron olmadığından doğrudan toprağa kadar uzanan merdivenlerin son basamağına kadar adım adım iniyor, sonra da sırayla yere atlıyoruz. 

Az ileride görünen iskeleye doğru Keiko ve annesini izleyerek yürüyoruz.

Yer ıslak toprak. Belli ki yağmur daha yeni dinmiş. Ortalıkta genzimizi yakan ıslak çimen kokusu var. Ayakkabılarımızın altına çamurlar yapışıyor. Keiko ve annesinin terlikleri var. Nedense onlara yapışmıyor çamur… 

Birlikte indiğimiz on, on beş kişi daha peşimiz sıra iskeleye doğru geliyor. Onlar da terlikli. Hepsi terlikli olsa da ayaklarında beyaz çorapları var. Çorapları, ayak baş ve ikinci parmağı arası boşluklu. Terliğin ipten yapılmış tutamağı o boşluğa giriyor. Kimsenin terliğine çamur yapışmıyor. Bir tek bizimkilerde var.

Hep birlikte mi karşıya geçeceğiz diye sordum Keiko’ya. “Hayır” diyor. “Bazıları bu yakadaki balık hâlinde çalışıyorlar ve adada, manastırda çalışan rahiplerin ve rahip adayı öğrencilerin yetiştirdikleri kerevitleri satın alıp, Hiroşimaya satmaya götüren satıcılar.” diye cevaplıyor.

Kayıkçımızı saymazsak sekiz kişilik kayığımıza binip uzaktan turuncu giriş kapısı görünen Itsukushima manastırına doğru yol alıyoruz. Keiko anlatmaya devam ediyor. Ada ile ana kara arasındaki bu deniz yolunu, eğer fırtına olmazsa her hafta annesi ile bu kayıkla geçip, Hiroşima’ya eğirdikleri yünleri pazarda satmak için gidiyorlarmış. Hatta manastırda komşularının yaptıkları çorap ve kazakları da götürüp satıyorlarmış. Yüz kadar ev varmış bu adada. İçinde yaşayanların hepsi de manastırda görevli rahiplermiş. Burayı ziyarete gelecekler, gün ağardığında kayıklarla gelirlermiş ve güneş batmadan önce de manastır ve adayı terk ederlermiş.

Manastırın kirlenmemesi için yabancıların yaşaması yasakmış adada. Hatta doğum yapılması ve ölülerin yakılması ya da gömülmesi bile yasakmış. Manastırın bakireliği bozulmasın diye, doğuracaklar son günlerinde, ölenler ise öldükleri anda ana karaya çıkartılırlarmış.

Adaya yaklaştıkça önümüzde koyu lacivert bir deniz, gelgitler nedeniyle günün öğle saatinde açığa çıkmış üzerinde midye ve yengeçleri yürüdüğü ıslak bir kumsal gözümüze çarpıyor. Kıyının hemen dibinde tapınağın giriş kapıları ve ardında eğik çatılı tek katlı binalar var. Daha kıyıdan başlayan yamaçta koyu yeşil ağaçlarla kaplı bir orman, burada ki yaşamın doğa ile tam bir uyum içinde olduğunu gösteriyor. Burası bir Şinto tapınağı ve fırtına tanrısı Susanoo'nun üç kızı, Ichikishimahime no mikoto, Tagorihime no mikoto ve Tagitsuhime no mikoto’ ya adanmış. O yüzden bu ada tapınağı sadece Tanrıların tapındığı bir mabet olduğundan buraya “Tanrılara adanmış ada-Itsukushima” adını vermişler.


Tanrıların yeryüzündeki temsilcilerine adanmış, biz gibi gezginlerin girmesi yasak olan birkaç özel bina dışında tapınaklarını ve her birinin içinden geçerken arındığımız turuncu kapılarının altından geçip Keiko’nun girişte bizden ayrılırken, “Siz gezin sonra gelirsiniz annemin dükkânına.” diye gösterdiği kulübeye dönüyoruz.

Keiko'nun annesi, boy boy mumların yanı sıra Budist Tanrılarının heykelleri ve farklı renklerde el yapımı waribashi çubukları, üzerleri Japon insan motifleriyle işlenmiş küçücük tahta kaşıkları önümüzde yürüyen iki Japon kadına satmaya çalışıyor.

Bizim Japon arkadaşımız ise, ahşap kapı eşiğinde yere yarı bağdaş kurmuş bir halde elinde bir makas ile büyük bir kâğıdı peçete büyüklüğünde bir kaç tane kare şeklinde kesmiş, dükkânda satılması için kuş motifli origamiler yapmaktaydı. Bizi görünce heyecanla yerinden kalkıp koşar adım önümüze geliyor, yarı beline kadar eğilip “Hoş geldiniz” deyip annesine dönüp neşeyle seslenerek geldiğimizi haber veriyor.

İklim de Bursa’da iken birkaç defa origami faaliyetlerine katıldığından kapı eşiğinin yan tarafında tahta bir sedir üzerine oturdular ve Keiko hafızadan yaparken iklim orada satılan ve açık olan bir origami kitabından bakarak birkaç hayvan şeklini birlikte yaptılar

O sırada Annesi gelip önümde eğilerek içinde yeşil çay olan geniş bir tas bardak uzattı.  İki avucu içinde uzattığı tası ben de iki avucum ile kavrayarak alırken ince parmakları elime değiyor. Eli soğuk ama tırnakları ojesiz ve kısa. Tas da bizim bildiğimiz sıcaklıkta değil. Ben de kızların yanına oturunca, o da tası verdikten sonra karşımıza geçip dizlerini kırıp kalçasını altına alarak oturuyor. Gözlerime bakarak gülümseyince içmemi istediği anlıyorum. İçi parlak beyaz sırla kaplı ama koyduğu çay nedeniyle yeşilden az sarıya dönmüş üzerinde buhar çıkmayan bir ılıktaki tası dudaklarıma değdiriyorum.

Kar kokusu geliyor birden burnuma. Oysa Ağustos’un beşi bugün. Ve ortam sıcak. Nedense içim üşüyor.

Ardından içimi bir kıskançlık korkusu sarıyor. Kıskanıyorum bu Japonları galiba…

O değil ama ben utanıyorum, gözlerimi kara gözlerinden kaçırıyorum. Çok geçmeden keşfetme arzumun içimde yarattığı merakıma yenik düşüp aşağıya indirdiğim göz bebeklerimden birisini bana hala bakıyor mu, diye az yukarı kaldırıyorum,. Gülümsemesini kesmeden içmemi bekler halde yakalıyorum kara gözlerini. Çayın, dudaklarımda bıraktığı kayganlık önce dilime sonra genzime yayılıyor. Ardından yemek borumun kıkırdakları üzerinden taklalar atarak akan bir şelale misali mideme doğru düşüyor. Ağacından yeni koparılmış çay yaprağının acılığa eşlik eden tazeliğinin kokusu ise nefes borumdan geçip akciğerlerime yerleşiyor.

Keiko’nun, “Hakan sen de yapar mısın?” diyen sesi ile irkilip kendime geliyorum. Çocukluğumda anneannemin öğrettiği kâğıttan bir kayık yapınca İklim de, Keiko da herhalde yapamayacağımı düşündüklerinden hem çok şaşırıyorlar hem de çok seviniyorlar. Benim çay seremonim zamanında ikisinin yaptığı kuğu, kedi, köpek, kuş, fil kelebek origamilerini görünce bu sefer ben çok şaşırıyorum. İklim, “Baba kitapta nasıl yapılacağını anlatıyor...” diyor, hani hepsini Keiko yapmadı ben de yaptım dercesine.

Kitaptan bir tane satın almak istiyoruz. Keiko’nun annesine gene gülümseyerek, krem rengi bir kesekâğıdına kitabı sarıp veriyor.

Güneş tepenin ardına geçeli çok olmuştu. Akşam olmak üzereyken eğitimini bitirmiş olan Keiko’nun babası elinde kalın bir rulo ile yanımıza geliyor. Keiko, bizi tanıştırıyor. Biz de tam kalkıp gideceğimizi söylediğimizde, Keiko’nun babası Akira, bugünün Pazar olduğu ve ibadet için gelenlerin çok, buna karşılık insanları geri götüren kayıkların yetersiz kaldığı, çok geç saatlere kadar karşı kıyıya geçilip, oradan da Hiroşima ve çevre illeri gitmek neredeyse imkânsız olduğundan isteyenlerin sadece Pazar geceleri Itsukushima, tapınağında kalınmasına göz yumulduğunu söylüyor.

Hoşumuza gidiyor bu teklif.

Kulübenin yanında, kendi yattıkları başka bir ahşap evde, iki odadan birisinde kalabileceğimizi söyleyip odada bir gömme dolap, otuz santimetrelik üstü aynalı bir sehpa ve yerde yatmak için kıvırılmış Japon döşeğini gösterip burada kalabilirsiniz diyor. Kapı önünde ayakkabılarımızı çıkartıp terlikler ile odaya girmemiz gerektiğini hatırlatmayı da ihmal etmiyor.

Bu işe en çok Keiko seviniyor zira kendi yaşıtında bir arkadaş ile origami yapıp oyunlar oynayacağı son bir gecesi var.

Akşam yemeğini odanızda yerseniz getiririz diyor Anne. Bakarız deyip ben elimi yıkamak için meydanda herkesin ortak kullandığı çeşmeye yöneliyorum.

İklim ile Keiko da yeterince birlikte kâğıt kesip biçtiklerinden yeni bir oyuna başlamışlar, Janken po oynuyorlar.

Ben bir türlü becerememiştim bu oyunu. Biz de Taş-Makas-Kâğıt adıyla geçiyor. Aslı iki binli yıllar öncesine, Çin de doğduğu söylenen ama on sekizinci yıldan itibaren Japonya’da çok yaygın olarak oynanan bu oyunu İklim daha dört yaşında oynamaya başladığından, Keiko kadar iyi oynuyor. Hatta ilk oyunu bizim ki kazanmış kıkır kıkır gülerken, Keiko biraz şaşkın, biraz da, nasıl olurda da bir yabancıya yenilmiş olmanın pişmanlığında, her gururu kırılmış Japon gibi üzüntülü ancak içine attığı hırsının yüzüne yansıyan kızgınlığında bakarken her ikisine de gülümseyip yanlarından ayrılıyorum.

Çeşme başı, ortak su kullanım alanı ve tapınakta konaklayan herkes evlerine suyu buradan taşıyor. Çeşmenin arka kısmın etrafı az yükseltilmiş taşlarla kaplı. İsteyen günlük banyosunu burada alıyor. Sabahın köründe Tokyo’dan çıktığımızdan, yollarda perişan olmuş vücuduma su iyi gelir deyip, Keiko’nun annesi Kozuko’nun verdiği kimona’yı taşın üstüne asıp buz gibi suyun altına giriyorum.

İçim titriyor birden ama Ağustos’un beşinde bu ne üşümesi diyorum içimden…

Yine de soğuk duş iyi geliyor.

Kızlar dükkânın önünden kalkmışlar, yanındaki ortası delik yatay duran bir zamanlar pirinç öğüttükleri çatlamış bir değirmen taşı üzerine çıkmışlar Janken Po oyununa devam ediyorlar. Bir-iki-üç deyip yumruk yaptıkları sağ ellerini birden bir birlerine doğru uzatıp, guu (taş), choki (makas) paa (kâğıt) diyerek söyledikleri şekli anlatan el hareketlerinden birisini yapıyorlar. Ve kim kazanmışsa biri diğerinin dizine, yerdeki çalı süpürgesinin birkaç çalısı ile yapılmış ufak bir sopa ile vurarak bacaklarını kızartıyorlar. Ve her kaybeden bir “Ah” çekerken diğeri katıla katıla gülüyor.

Kazananın eli ile yaptığı şekle göre belirlendiği, Taş’ın makası kırdığından, Makas’ın kâğıdı kestiğinden, Kağıt’ın taşı sarmaladığından üstün geldiği bu oyun, az biraz da tehlikeli… (video)
Ama Japonya’da çok sevilen, üzerine birçok festival ve yarışmaların yapıldığı Janken Po, önemli kararlar almak gerektiğinde, kimin karar vereceğine bu oyun sonucunda kazananın ile belirlendiği, göz ve el refleksinin büyük bir uyum içinde olduğu bir oyun sanatı. Kısacası pek bana göre değil!

Akşam yemeğimiz; balık…

Japonya’da balık ve pirincin olmadığı bir yemek ortamı düşünmek imkânsız. Akira, ben duştayken evin önünde bir mangal yakmış, Karısı Kozuko’nun temizlediği balıkların her birini iki waribashi çubuğuna geçirmiş kızartıyor. Neyse balıkları sushi gibi pirinç etrafına sarılmış yosunlar içinde çiğ yemeyeceğiz.

Hep birlikte çocukların Janken Po oynadıkları değirmen taşını bir masa gibi kullanmak için etrafına dizlerimizin üzerine çöküyoruz. Kozuko, masaya içi tepeleme beyaz pirinç dolu geniş bir porselen tabak koyuyor. Ardında hızlı hızlı önümüze birer boş kâse ve tooban dedikleri içine birkaç parça kimchi, yani acılı lahana turşusu olan küçük porselen tabakları getiriyor.

Arika daha balıkları değirmen taşının üzerine koymamıştı ki, bacaklarımı kalçamın altında dizlerimin kırarak oturduğumdan vücudumun ağırlığı çekememiş kaslarım acımaya başlamıştı. Camilerde namaz kılarken yaptığım Kaide-i ahire pozisyonumda bile bu kadar uzun süre duramadığımdan ayaklarım karıncalanıyor. Önce bir ayağa kalkıyorum, bacaklarımı sağa sola gerdirip sonra bağdaş kurup herkesin gülüşmeleri altında tekrar oturuyorum. Gelen balıkları, pirinç lapasını, kimchi eşliğinde yiyoruz.

İklim ile Keiko sürekli bir şeyler yapıyorlar bir birlerine. Gülmekten yemeklerini bitiremiyorlar. İklim korka korka geldiği akşam yemeğinde, yiyeceğimiz balıkların, bozulmasınlar diye nemini çekmesi için pirinç içinde sakladıkları sonra da dağılmasın diye denizden kopardıkları yosunlara sardıkları Sushiler olmadığını seviniyor. Olsaydı yemezdi herhalde…

Buralarda yaşam doğaya içinde ve doğaya uyumlu olduğundan birkaç saat önce batan güneşten hiçbir iz kalmayınca hava kapkaranlık olmuştu. Adada elektrik de olmadığından tapınaklardan yayılan kokulu mumların yanı sıra etrafımızda ki birkaç mumda ancak kendisini zor aydınlattığından, yıldızlar tüm parlaklığı ile bulutsuz gökyüzünde parıldıyorlar.

Bugün 5 Ağustos 1945. Çocuklar sokakarda gülüşerek oynadılar.

Yarın da hava güzel olacak gibi


Olmuyor...

Ertesi sabah 6 Ağustos 1945. Saat 08:15. Büyük bir gürültü ile uyanıyorlar. Keikoi, Kozuko, Akira ve diğer 140.000 Hiroshima’lı uyandıkları hızda yok olup gidiyorlar.

Dünyanın her yerinde eski bir anı, yaşlı bir nine, bir dede varken bu şehirde evler de, insanlar da yeni...

Hem de tümü yeni…

Ayakkabılarımızın çamurlarını silemeden, binlerce çocuğun yok olmuşluğunun acısı hissederek Hiroşima müzesini hüzünle geziyor, Nazım’ın şiirini yüksek sesle Little Boy atom bombasının düştüğü noktada okuyup Kyoto’ya doğru yola koyuluyoruz...


Kız çocuğu (Nazım/1956)
Kapıları çalan benim kapıları birer birer.
Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler.
Hiroşima'da öleli oluyor bir on yıl kadar.
Yedi yaşında bir kızım, büyümez ölü çocuklar.
Saçlarım tutuştu önce, gözlerim yandı kavruldu.
Bir avuç kül oluverdim, külüm havaya savruldu.
Benim sizden kendim için hiçbir şey istediğim yok.
Şeker bile yiyemez ki kâat gibi yanan çocuk.
Çalıyorum kapınızı, teyze, amca, bir imza ver.

Çocuklar öldürülmesin şeker de yiyebilsinler.

Nisan-2019