Haridwar'a Hacı olmaya geldim



Ben, ben olalı, beni yaratan güçle barışık olamadım.
Dün, her başkent gibi, canlı, kalabalık, tüm ülkenin örneklerini barındıran Delhi'nin önemli yerlerini üçüncü günde ancak bitirip, en son Delhi ulusal müzesini de son yarım saatte koştur koştur gezip, otele yorgun argın gelmiştim.

Tapınaklar, Tanrılar, farklı inançlar, kalabalık, gürültü, rengarenk insanlar, yoksulluk, uzaklar da görünen gizli zenginlik, Bollywood'un sinsi dünyası, içe kapanıklılık, susuzluk, açlık, yollarda inekler, tapınaklarda maymunlar, yol kenarlarında uyuyan "Dokunulmazlar", köşe başlarına işeyen insanlar, boş arsalarda çöpler, üzerlerinde hızlıca atlayıp giden fareler, insanları bisikletleriyle taşıyan hamallar, her an her şeyi satan sokak satıcıları, bir sis perdesinin ardında film şeridi misali gözümün önünde geçip gidiyor.

Tüm bunları pekiştiren ise insanoğlunun her türlü zorluklar karşında verdiği yaşam mücadelesi. Şartlar ne olursa olsun, umutla hayata tutunmanın güzelliğini ortaya koyuyor.

Yaşam standartlarımız bakımından sanki aramızda dağlar yokmuş gibi bizler gibi canlı, bizler gibi güler yüzlü. Hatta bizlerden daha renkli...

Sabah gün ışımadan otelden ayrılıyorum. Galiba yavaş yavaş Hindistan'a alışıyorum. Hostelim tren istasyonuna beşyüz metre uzaklıkta. Sokağın sidik kokularını hala duyuyorum ama artık beni rahatsız etmiyor. Galiba gözüm alıştığından, kendi yaşantıma göre olumsuz görüntüleri de görmüyorum.

Beyin ne garip! Yaşamın devamlılığı adına hemen ortama uyum sağlıyor. Bu kadar çabuk kabullenmiş olmama şaşırıyorum.  

Trenim sabahın altısında. Bu gezide bir çok tren kullanacağım. Hindistan da tren yolculukları, otobüs yolculuklarından çok daha ucuz ve duyduğuma göre daha konforlu. 

Bu nedenle biletler bir, iki ay öncesinden tükenmekte. Son ana kalınırsa yer bulmak neredeyse imkansız olduğu gibi yer olursa da, ya en ucuz olan en alt katagori, ya da en pahalı olan en üst katagoride bilet bulunuyor.  

Trenler aynı kast sistemleri gibi 5-6 katagoride. Lüks - 1AC (2 kişilik) - 2AC (4 kişilik) - 4AC (6 kişilik) - Slepeer (tüm kompartman bir arada yataklı) - Chair (oturmalı) gibi sınıfları var.
Ben ilk planlamamda biraz geç kalınca, ilk tren yolculuğumu Extra-ordinary luxe de yapacağım.

Delhi tren garı on altı perondan oluşuyor. Her bir trenin elli, altmış vagon olduğunu, her vagonunda en az yüz kişi aldığını göze önüne alırsak, geçirmeye gelenlerle yaklaşık bin kişinin yığıldığı peronda kendi vagonumu bulmak için etrafıma bakınıyorum. Kollarında görevlerini belirten kollukları ile pembe kıyafetli hammallardan birisine vagonumun olası yerini soruyorum ve gösterdiği yerde bekliyorum. Tren tam vaktinde ve tam önünde duruyor...

Her ne kadar İngilizlerin demir ağlarla ördüğü Hindistan Demir Yolları, bugün bizde olduğundan şüphe duyduğum bir sinyalizasyon sistemiyle dev bir örümcek ağı gibi ülkeyi kaplamış vaziyette. 

Hele bilet satış ve bilgilendirme sistemlerinin kolaylıkları karşısında yanına bile yaklaşmayayız. Internet üzerinden altmış bin km'yi geçen tren güzergahlardan herhangi birinden, her an bilet alabilir, istediğimiz klasmanda yolculuk yapabiliriz. Ancak sistemi kullanabilmek için çalışan bir Hindistan telefon numarası olması gerekiyor...

Hindistan'ın bu ilk ve bir daha olacağını zannetmediğim pulman koltuklu  Extra-lüx vagonunda, beş saat içinde iki defa yemek, bir defa da içecek servisi alarak, Ganj nehrinin doğduğu, Himalaya dağlarından Ganj ovasına ilk açıldığı yer olan ve Hinduların en önemli Hac mekanı sayılan Haridwar'a geliyorum.

Tren istasyonu şehre bir, iki km uzaklıkta. Akşama burada kalmayıp, havası daha serin ve daha Himalayalar'a yakın olan aynı anda Yoga merkezi sayılan, Haridwar'a yirmi km uzaklıktaki Rashikesk'de kalacağım. Hemen hemen her gezgin gibi eşyaları garın önündeki emanete bırakıyor ve beni karınca ordusu gibi saran bisikletli rikşacılardan birisine atlayıp, Hinduların yaptıkları Hac vazifelerinin tastiklendiği, her akşam yapılan Aarti törenlerinin düzenlendiği, Har-ki-Pairi köprüsüne doğru bozuk bir yolda hoplaya zıplaya ilerliyorum.

Hava sıcak. Öğlen olunca yirmibeş dereceleri görmeye başladım. Rikşacı düz ayak olan delik deşik yolu, beş dakika içinde alıyor ve beni, bisikletin girmesi yasak olduğundan çarşı girişinde bırakıyor.

Ganj üzerindeki köprü altında kalın defteri karıştırıp duran onlarca insan görüyorum. Her Hindu buraya gelince, geldiğini tastiklemek ve gelecek kuşaklara geldiğini bildirmek için veya daha önceden sülalesinden gelip de kayıt yaptıran varsa aynı kütüğe kaydını yaptırmak için, kalın kalın defterlerde sülalesinin isimleri aranıyor. Ben ERSAVAŞTI'lar dan buralara gelmiş olan var mı diye baktırayım diyorum "Olmaz!" diyorlar. Bari şimdi yazdırayım belki "İKLİM gelir..." diyorum ona da "Hayır!" diyorlar...

Hindu doğmadıkca, Hindu olunmayan bu inanç sistemi beni kabul etmiyorlar ama ben onlara "Namaste" selamı verip, tören alanına gidiyorum. 

Burada Hacı olmanın şartlarından birisi de erkeklerin saçlarının kazıtması. Yol  üzeri yere bağdaş kurup oturmuş onlarca insan ve onların saçlarını çömelerek kesen berberler yan yana çalışıyorlar.
Yeni doğmuş bebekten, öbür tarafa göçmeye az kalmış, yürüyemeyen, hatta bir kaçı burada ölmek isteyen Hacı adayları saçlarını kazıtırlarken kendileri ve yanındaki aile fertleri de dua etmeyi ihmal etmiyor.

Yerde avazı çıktığı kadar ağlayan bir bebeği traş eden bir berbere ve onu tutan ailesine aldırmadan yanlarına oturuyorum. Bebek ya üç, ya da beş aylık. Daha saçları bile ana karnından çıktığı anki kadar taze. Babası çocuğunu kucaklamış, berber usturası saçlarını kazıtırken bir yerini kesmesin diye sıkı sıkıya başını tutuyor. Bebek, babası kendisini sıktıkta daha da korkmuş olarak dilini dışarı çıkartıp, bağırıp duruyor ve kafasını bir sağa bir sola sallamaya çalışıyor. Çocuk  hareket etmek istedikçe de babası daha kuvvetli başını tutuyor... 

Bebek biraz daha korkuyor...

Annesi ise içi acır halde ama çocuğunun "Hacı" olacağının gururu ile ağlayan bebeğine uzaktan bakıyor. Berber ise ne ağlayan bebeği, ne annesinin içinde kopan fırtınaları, ne de benim meraklı gözlerimi görmeden, usturasının körpe saçları keserken çıkarttığı "cart, cart" seslerine kendisini kaptırmış, bebeğin kafasını kazıyor.

Yeni kutusundan çıktığından gaz yağı kokulu iç çamaşırlarımın üzerine tergaret nakışlı uzun gömleğimi giymiş, bir elimle annemi diğer elimle babamı tutarak evden çıkmıştık. Yolumuz çok uzun değildi ama bana çok uzun gelmişti. Bembeyaz binanın parlak mermer döşeli ana kapısından içeri girerken, hala dün gece evde yapılan muhabbetlerde beni kızdırmaya çalışan yeğenlerimin ellerinde baltalarda kapı arkasında bekleyip beklediklerini merak ediyordum. Sünnetimi onların yapmayacağını bilecek yaşta olduğumdan, beş altı yaşlarında neyin ne olduğunu bilmeden korku içinde sünnet olan diğer çocuklara göre daha şanslıyım ama gene de gizliden gizliye çükümün yalnışlıkla fazla kesilir endişesi ile hastanenin koridorlarında ilerliyordum

Annem bir kere daha yanaklarımdan öpüp, koridorda yalnız kalıyor. Ben babamın elini tutarak doktorun odasına "dinsel ve ruhsal" duygulardan çok, bir yerimin durup dururken kesilecek olmasının sıkıntısı ile içeri giriyorum. 

Doktor, babamı dışarı çıkmasını isteyip, benim külotumu çıkarmamı ve bembeyaz odada bembeyaz kıyafetler giymiş hemşirelerin yanında bir sedyeye yatmamı söylüyor.

Tavanda bir pervane ağır ağır dönüyor. Odayı kaplayan steril kokusu genzimi yakıyor. Pervanenin yarattığı rüzgarın esintisinden çok, her bir turda "tak-tak" sesi daha rahatsız edici geliyor. Kafamı az sağa, doktorun birşeylerle uğraştığı masasına çeviriyorum. Parlak bir metal gözümü alıyor. Keskin ucu, içimi ürperiyor. Kendisine baktığımı görünce, "Bana bakacağına güzel Hemşireler bak." diyor. Hemşireler dönüyorum. Kıkırdıyorlar. Benim pek gülecek halim yok. Hala, "Ya fazla keserse" diye endişe halindeyim. 

Yuvarlak gözlüklerinin arkasında kapkara gözleriyle aile dostumuz Sevgili Doktorum elinde bir iğne şırıngasıyla dönüyor ve kasıklarımın bir kaç yerine saplıyor. Bağıramıyorum. Yutkunuyorum...

Hemşireler, doktrora yardım etmek için sedyenin etrafında dolanıyorlar. Bir ara, yattığım yerden çok kesip kesmeyeceğini anlamak için kafamı kaldırıyorum. Doktor, "Yat yerine, şimdi biz bakacağız sen sonra nasıl olsa çok bakarsın" deyip sedyeye uzanmamı istiyor. Bir hemşire, alnımda biriken terleri, beyaz tampon bezler ile siliyor. Bir diğeri hala doktora yardım ediyor.

Daha utanmayı öğrenmediğimden sıkıntılı bir halde Hemşireye gülümseyip "Teşekkür" ediyorum.

Doktor, "Tamam oldu bu iş. Bitti." deyince yaptığı işin sonucunu görmek için kafamı kaldırıp tekrar çüküme bakmak istiyorum. "Amma meraklıymışsın haa!" diyen bir azarla tekrar geri yatıyorum.

"Kestik ama biraz yamuk oldu galiba. Eve gidince bak. Beğenmezsen gel düzeltelim" derken gülümseyen doktoruma ve hemşirelere ben biraz endişe ile sırıtarak karşılık veriyorum. Bir hemşire tekrar alnımdaki terleri siliyor. Ben yediğim ağrı kesicilerin etkisinde uykuya dalarken hep birlikte dışarı çıkıyorlar.


Öldürmenin sevap sayılabildiği, inançlarımız uğruna penisimizi, klitorisimizi kesmezsek, bir yerimizi delmezsek, vücudumuza bir başka şey takmazsak, sırtımızı kamçılamazsak öbür dünyaya günahlarla gideceğimizi, sünnet olmazsak bizim dışımızdaki beş milyar insanla cehennem de yanmamak adına her şeyin mübah olduğu düşünceler eşliğinde her birimiz, bir başka inanca taraf olmaya çalışıyoruz. 


Daldığım geçmişimden, bir berberin keskin usturasının parlayan ışıltısı gözümü alınca uyanıyorum. Beni de traş etmek isteyen berberler neredeyse saçlarımı yolda yürürken keseceklermişcesine ellerinde ustralarıyla üzerime atlıyorlar.  Adamlara dönüp, "Ben daha soğuk yerlere gideceğim. Uzun saçlarım bana lazım." diyeceğim de Hintçe bilmediğimden sadece "No! No!" deyip ellerinden zor kurtuluyorum. 

Kimilerine göre Kızılderilerin atası da sayılan kafa yüzücü Hintlilerin elinden kurtulup, köprü altından geçiyor ve Hinduların suya girdikleri Gant'lara geliyorum. 
Gant'lar, Ganj nehrine basamak basamak yapılmış. Kenarlarına banyo yapılırken hızlı akan suya kapılınıp gidilmesin diye tutamak demirleri veya zincirler konulmuş. Burada olmasa da başka Gant'lar, aynı anda "ölülerin de yakıldığı" yerler. Merdiven şeklindeki basamaklar suyun yükseltisine göre banyo yapılacak alanı belirliyor. Buna göre "Hac" görevini ifşa edecekler, herhangi bir basamakta durup suya dalıp çıkılıyor.

Canım suya girmeyi çok istiyor  ama beni "Hindu" yapmadılar ki deyip su kenarında durup sadece ayaklarımı sokuyorum. 
Bir Guru yaklaşıyor yanıma;

-  Aman hakan sanki seni Hindu yapsak girecektin. Yoksa ister miydin Hindu olmayı?

- Zannetmiyorum. Guru Hakan. Siz Hinduluğun en temel özelliği olan "salt geçici bir dünya da yaşadığımıza ve gelecek dünyanın bundan daha iyi olacağına inanan" düşünce yapısını beynim kabul etmiyor.

- hakan, dünya geçici değil mi? Hepimiz bu fani dünyada, kendi yarattığımız  oyuncaklar oynayarak vakit geçirmiyor muyuz?
- Geçiriyoruz Guru Hakan! Ama Hindular'ın geleceğin dünyasının, bu dünyadan daha iyi olacağını düşünerek yaşamaya çalışması, acı çekerek ölmeye benziyor.

- Ne yani, sen yaşadığın dünyanda acı çekmiyor musun? Her gün, her an kendi kendinle konuşup, kendini gerçek olmayan öğretilerle kandırmıyor musun?

- Hımm. Galiba "Evet" Guru Hakan. Ama bana öğretilen hayatın geçici olmadığı yönünde... Hep yarınları garantiye almaya çalışarak geçirdiğimiz bir yaşantımız var. "Şimdi"lerden uzak, sarılmalardan yoksun, sevişmeleri eksik.

- "Şimdiler" içimizdedir hakan. Kendine sarılabildiğin, kendinle sevişebildiğin sürece "şimdiler" ile dolu hayatın olur ve geçmişi geleceğe hediye edersin.

- Guru Hakan, yolculuklar bana, yoklukların varlıklarını, mutluluğun farklılıklarını, yolların sonsuzluklarını, dağların soğukluğunu, çöllerin sıcaklıklığını, kısaca yaşamın geçici olduğunu  hatırlatıyor ve bu  geçiciliği içinde ne kadar kısa bir hayatım olduğunu unutmamamı sağlıyor. Ama gene de bunlar kadar rahat değilim.

- Hindistan'ın Sadhu'ları, senin inancındaki Dervişler gibidir. Tek istekleri vardır, "Zamanı yolda geçirmek, hayata yolcu olmak, inandıkları güce şükretmek isterler. İyi bir Sadhu, iyi bir Derviş olmak için içimizde ki arayışa sarılmaya devam etmeliyiz hakan...

Boynundan beline dolanan urganıyla yaşlı bir Brahman, merdivenlerin basamaklarında düşmemek için oturduğum yerde omuzuma tutunarak Ganj'a iniyor. Karısı geride, gant'ın başında, elinde kocasının fistanını tutuyor. Zaten çıplak ayak dolaştıklarından ayakkabıları ya da terlikleri yok. 


Ganj'a eğilip elleriyle dört defa suyu avuçlarına alıp göğe doğru kaldırıyor ve başının üzerinden suyu bırakıyor. Tepemizde parlayan  güneşin altında, inci taneleri halinde kendi önüne düşen su damlacıkları sudan zıplayıp benim bacaklarımı da serinletiyor.

Avucuna doldurduğu, hızlı akan Ganj suyundan üç defa içiyor. Yutkundukca, yaşlı Brahman'ın boğazından geçen su, dinsel öğretilerin ilk dersi olan ilk insan Adem'in, Havva'nın günahını saklamak için, "İyi & Kötü" ağacından çaldığı ısırırmış elmayı yutarken boğazında takılı kalan "Adem Elmasının" çıkıntısını yalayıp geçip gidiyor.

O sırada ben de bir yutkunuyorum. Tükürüğüm Âdem'den (!) bana miras kalmış  elmacık çıkıntıdan geçince susuzluğum geçiyor...

Beyaz saçlı yaşlı Brahman, bir eliyle tutunduğu zincirlere güvenip bir kaç basamak daha inerek Ganj'a üç defa dalıp çıkıyor. Yüzünü sıvazlayıp, ellerini göğe kaldırıp bir dua mırıldanıyor. Karısı, geride, basamakların tepesinde gururla kocasının "Hacı" olmasını seyrediyor.  Ben de gant'ın alt basamağına öyle oturmuş, fani dünyamda bir yolculuk anısına yaşıyorum.
Yaşlı Brahman, indiğinden daha dinç bir halde basamakları çıkıp karısından fistanını alıp üzerine geçiriyor. Akşam olmak üzere. Güneşin batmasıyla gant'ın basamakları hınca hınç doluyor. Tüm gün, dualar eşliğinde Ganj'a girenler, Hac vazifelerini tamamlamak için Aarti törenlerinin başlamasını bekliyor. Beni dışlamıyorlar. Neden buradasın, demiyorlar. Herkes kendinden uzaklaşmış, inandığı güce biraz daha yaklaşmış. Kimse bir diğerini görmüyor. 

Uzun etekleriyle bir Mormon rahibi, avuçları içinde tuttuğu John Smit'in kutsal kitabını bana uzatırken, "İnsanları sevmelisin. Bir birimizi sevmeliyiz, Tanrı bu güzellikleri bize bahşederken, kendisine de dua etmemiz için bizi yarattı" diyor, Karnak Tapınağının duvarlarında ki bir kabartmada bir Fravun bir elinde tuttuğu hayat anahtarı ile kölesinin Tanrı'ya kurban ederken kendisine uzun hayat bahşeden lotus çiçeğini öpüp Nil nehrine yavaşça bırakıyor, Papa 12 Jaen Paul, 21. yüzyıla huzur içinde girişimizi belgelemek için oturduğu ahşap işlemeli koltuğundan kalkıp, "Bir birinizi sevin, Tanrımıza ve onun kutsal oğluna dua edin" diyor, uzun külahı ile St. Petersburg kilisesinin baş rahibi St.Antonion, siyah baş örtülü kadınlara dönüp, "Kocalarınızı sevin onları aldatmayın" diye vaazını tamamlıyor, Klimanjaro'nun eteklerinden mini minnacık bir kilisede, on-on beş kadın tek parça beyaz fistanlarının  üzerine astıkları mavi şallarınına göz yaşlarını silerken "Ala luya, Ala luya  diye hep bir ağızdan Tanrıya yakarıyor, Buenos Aires'in arka mahallesinde ki bir mezarlıkta ellerinde çiçekler, pompalı gaz lambaları, yemekler ile davul zurna eşliğinde ölülerinin ölüm günlerini kutlayan yüzlerce insan diğer ellerindeki  asalarını havaya kaldırıp indiriyor ve "Ölülerimizi sevelim, Tanrımızı sevelim, bir birimizi sevelim" diye tempo tutuyor,  Lasha'da bordo pelerini ile uzun borazanını çalan Tibetli bir rahip, yanında dua etmesi gerekirken bir biri ile itişen yedi, sekiz yaşlarındaki çocuklara yan gözle bakıp, "Tanrılar için Dua edin! Bir biriniz için Dua edin." diyor, Londra'nın St. Paul katedralinde beyaz önlüğü üzerine giydiği altın işlemeli kaftanı ile baş rahip, yeni evli çiftlerin evliliklerini kutsarken "Bir birinizi sevin, bir birbizi sonsuza sonuna kadar koruyun, bir birinizi aldatmayın, Tanrı'ya da dua etmeyi unutmayın." diyor, Moğol steplerinde en yakın ağacın bin km uzakta olduğu gibi çölün ortasında bir kayanın gölgesinde ki bir Şaman, yere yaydığı kutsal örtü üzerine attığı aşık kemiklerine bakıp, "Siz bir birinizi seviyorsunuz, size güç vermesi için Gök Tigri'ye dua edin" diyor. Constantinapolisin ortasında Ayasofya'da yükselen ezan sesine eşlik eden Imam, " Allah sizleri kendisine iman etsin diye yarattı" diyor, Tokyo'nun Maiu parkında bir adam, yasak olan din inanışına gösterdiği tepki üzerine insanlara dönüp, "Tanrı var ve bizi görüyor, bizleri kollaması için ona şükür etmeli ona tapmalıyız" diyor, Delhi'de, yaşadığına şükretmek için evinde zaten sadece var olan blr tas pirincin yarısını sunmak adına geldiği tapınakta, alnına kondurulan bir üçüncü göz ile Tanrılar tarafından kutsanıyor ve "Tanrısı Şiva'ya dua edip Lingamını öpüyor...


Güneşin batışı ile başlayan 
davulların gürültüleri eşliğinde Aarti törenleri başlıyor ve gözüm hızlı akan Ganj suyundan, basamakları ağır ağır inen  pembe, lacivert Sari kıyafetli bir kadına ve elinde tuttuğu tötemine takılıyor. Totemi; muz yaprakları arasına konmuş bir kaç turuncu renkli çiçek ve üzerine yerleştirilmiş bir mum, bir de tütsü.

Her birini sırayla yakıp içine dileğini de koyuyor. Kayık şeklindeki tötemine kırılacak ince bir cam parçasını yere koyarcasına yavaşça suya bırakıyor ve Ganj'da akıp giden dileğinin arkasından gerçekleşmesi için dua ederken dalıp gidiyor.

Ben de o törende insanları heyecanlandıran davulların "dum-dum-dum" sesleri eşliğinde hep bir ağızdan söylenen dualar arasında kayıp Ganj'ın içinde kaybolup gidiyorum. 

Kadın arkamdan bana da dua ediyor.


Şubat 2016 - Haridwar/Hindistan