İnançların birleştiği şehir, Delhi'de 2. gün.

Yasemin tütsüsünün mayhoş kokusu sarmış ortalığı. Ayaklarım çıplak, bir çivi tablet üzerinde dengede kalmaya çalışıyorum. Sağ yanım Cennet, sol yanım Cehennem.
Her ikisi de öbür dünya. Bir tanesini diğerinden çok isteyemiyor, ayaklarımın altından akan kanlara rağmen çivilerin üstünende duruyorum. Dua etmiyor, yakarmıyor, dilenmiyorum. Öylesine duruyorum...


Gene bir rüya ile uyanıyorum. Öğlene kadar uyumuşum. Hem sokakları yaşamak için buralara kadar geldim, hem de odamdan çıkasım yok. Zamanın akmasını istemiyorum. Ne canım bir şey yemeği arzu ediyor, ne bir yer görmeği. Dünkü Delhi turu ben de bir hüzün ve bir endişe yarattı. 

Yaşam ile ölüm arasında ki ince bir çizgi olduğunu hissettim. Bir de bizlerin ne kadar fanusda yaşadığımızı...

Zar zor kalkıp banyo yapıyorum. Tabi ağzım kapalı. Duş suyunu bile dudaklarımdan girer endişesi ile yıkanmak, yaşamak adına verilen mücadelelerin en garibi olsa gerek. 
Hava alsın diye açtığım camdan tüm gece gelen ekşimsi kokularla karışık gecenin esintisi, içersini biraz olsun havalandırmış.

Çıplak ayak yerlere basmamaya özen gösterip yanımda getirdiğim tokya terlikleri giyip dünün ve gecenin yorgunluğunu atmak için banyomu yaşam endişeleri eşliğinde bitiriyorum.

Banyo sonrası her sabah olduğu gibi "bugün ne giysem?" diye düşünme alışkanlığımda, yanımda getirdiğim kıyafetlerimi hatırlamaya çalışıyorum. Neyse ki çok değiller.

Bu hostellerde kaldığım sürece yeni kıyafet giymek gibi bir derdim yok. En fazla bir kaç günde bir üstümdekileri yıkarım diye yanıma zaten en fazla bir yedek eşya getirdim. Ayrıca her gün temiz bir kıyafet giysem gene Hintlilerin arasında sırıtırım diye dünkü kıyafetlerimi üzerine geçirip oda fiyatına dahil olan kahvaltımı almak üzere taras katına çıkıyorum.

Yan bina yeniden inşa ediliyor. Kumlar, çimentolar, tuğlalar, leğenler ile üst katlara çıkartılıp kürek olmadığı için elle karışıyor. Bu kadar yokluk içinde temellere koydukları demirleri nereden bulduklarına şaşıyorum. 

Kahvaltım yörenin yaşam tarzı ile uyumlu. İki büyük tost ekmeği arasına konmuş bir yumurta. Yanında bir muz ve soyulmuş ama kesilmemiş bir salatalık. Bir de masala, yani sütlü-tarçınlı çay.

Salataların, neyle yıkandıklarını soracak halim yok, zira karnım aç.
Yumurta olması da iyi. Herkesin vejeteryen olduğu bu coğrafyada et yiyemeyeceğimden en azından yumurtadan protein alabilirim.

Geldiysem Hindistan'a şartlar bu. Tabii isteyen, buranın nufus oranı içinde yüzde otuzlara varan, toplam nufusu içinde bizim tüm ülkenin dört katı büyüklüğünde, üçyüz milyon kadar orta halin üstü Hintli gibi istediği şekilde, isteği lüks otel de kalabilir. Ama biz gezginler bu tür gezilerde biraz pinti oluyoruz. Üç kuruşun hesabını yapıyoruz. Mesela oda fiyatı 600 Rs (25₺) geçince bozuluyoruz...


Cebimin birisine dezenfektan, diğerine kolonyayı koyup kendimi Delhi'nin en çok gezgin çeken arka Mahallesi Paharganj'ın, Main Road'a atıyorum. Ilk hedef Jama Mescid, yani Cuma Camisi.  Ve bugün cuma.  Mübarek gün...

Bir kaç sene önce İsfahan'ın Mescid-i Şah (yeni adı Imam) Camisi'ne bir cuma günü saat on birde girip de ikindi namazının sonuna kadar camide ki altı bin kişi ile birlikte ibadet etmiştim. Arada çıkmak, ikindiye kalmak istemediysem de dini inançlarla yönetilen toplumlardaki yazısız baskılar, her an net bir şekilde toplumun tüm fertlerine hissettirildiğinden, arkamda Islam ordusu gibi duran binlerce Şii arasında geçmeye pek cesaret edememiştim. 

Delhi'de Jama mescidi bulmak için elimdeki haritaya göre yürüyorum.  Daha sokağa yeni çıktığımdan elimdeki harita ile gerçek büyüklüğün bağlantısını kuramıyorum. Biraz yürüyüp harita üzerindeki başka bir mihenk taşına gelip mukayese edilince Paharganj'dan Jamaa mescide yürünemeyeceği anlıyorum. 

Yolda bir kaç kişiye Jama Mescid'i soruyorum. Hepsi saatine bakıp "Aman oraya gitme, bugün cuma Müslümanlar (!) var. Karışık oralar.  Devleti protesto edecekler, ortalık karışabilir." mesajı veriyorlar. Bir kaçına Türk olduğumu söyleyince, sanki ülkeyi karıştırmaya gelmiş,  ortalığı ververeye verecek bir ajanmışım gibi  "Haaa sen de onlardansın yani" der gibi garip garip bakmalarından usanınca, bir daha "Türk ve Müslüman" hissettirmesi yapmamaya karar veriyorum. Sevmiyorlar Müslümanları, burası kesin....

Jama Mescid uzak olduğunu anlayınca 20 Rs (0,80₺) ye bir bisiklet Rikşa ile anlaşıp camiye kadar geliyorum. Rikşaci, turist görünümlü bir adamdan bu kadar az para alması hoşuna girmiyor ama bu yolu bir Hintli 10 Rs (0.40₺) gittiğinden pek bir şey de diyemiyor.

Miktarlar garip... Burada bir kişinin günlük kazancı 1$'dan az. Yani 2,5₺ civarı. Yani 60 Rs.  Bu durumda, rikşacı benden 5 dk içinde 20 Rs alarak  iyi para kazanıyor.  


Hindistan'da yaşam şartları zor ancak yaşayanların birisine alışkanlıklarından fazla para vermem ile Hindistan'ı ben kurtaramayacağım. Bir çok insan dileniyor veya dağıtılan yemeklerle yaşamını sürdürüyor. 

Böyle düşündüğümde bazen kendimi iğrenç bir adam olarak hissediyorum. Bu ikilem, insan olarak ayakta kalmak ve yaşamını idame ettirmek için başkalarından faydalanma ikilemi olarak her an karşıma çıkıyor.

Bu halim ile kendimi, Hindistan'da ticaret yapan bir İngiliz Lorduna benzetiyorum. 


- Sir! Bugün hangi Ata bineceksiniz?

-Turuncu eğerli olana Sebastien. Bunlara çok arpa vermiyorsun  değil mi Sebastien?..."

- Hayır Sir! Alıştırmıyorum...

- Aferin Sebastien. Ava çıkacağım, köpekleri doyurmayı unutma Sebastien. Kendine de iyi bak Sebastien...

- Peki Sir!

Camiye, öğle namazına yarım saat kala geliyorum ve ön saflarda bir yere bağdaş kuruyorum. Ortam bizim camilerimizin aksine tam bir kubbe altında değilde yarım kubbe şeklinde, yani bizim camiyi üsten ikiye bölmüşsün gibi.  Mihraba döndüğümüzde arkası açık alan. Açık alan kısmı geniş bir avlu. Bu yarım cami tasarımı, iklim koşullarından çok, o zamanlar tam kümbet yapmayı bilmemelerinden kaynaklanıyor. Zaten bilirsiniz, kubbeyi, İslamiyete, Fatih, İstanbul'un fetihi ile Bizans mimari arşiv ve mimarlarını ele geçirince, onlardan aldığı bilgilerle sokabilmiş.


Avlu etrafında, medrese odaları gibi sadece üstü kapalı ek dua veya namaz alanları ile çevrilmiş. Ve tabiki kadınların ki en arkaya itilmiş vaziyette. 

Bu dinlerin, kadınlarla bir alıp veremediği var. Her üç dinde de ve diğer inanışlarda da karşımıza benzer uygulamalar çıkıyor ama cami içindeki ayrım ve geri itilmeye bakılırsa, en büyük ayrımcılık Müslümanların ki gibi geliyor. Diğer dinlerin ve inanışların hepsinde kadın ile erkek birlikte dua edebiliyor.

Cami avlusunun ortasında bir su havuzu var ve herkes orada abdest alıyor. Ancak Hindistan ne kadar temizse, ip ince akarı ile bir türlü taşamayan havuz suyu da o kadar temiz...

Camide saflar her bir kişi için mermerlerin üzeri İslami motifler ile namazlık yapısında işlemelerle belirlenmiş. Yer kavgasına ya da "safları sıkılaştıralım" anonsuna gerek olmuyor.

Camilere çıplak ayak giriliyor. Ben o kadar cesareti değilim daha, çoraplıyım. Zira Hindistan'da milyonlarca insan sokaklarda dahi yalınayak geziyor. Müslümanlarda bu durum Hindulara göre daha az ama genede var. Ve cami içinde onlarca çıplak ayaklı insanın bir çoğu hastalıklı... Çıplak ayaklarda yaralar ve irinler göze çarpıyor.


Namaz kılarken tülbentimi namazlık yapıp şapkamı secde edeceğim yere koyarak ek koruma kullanmak zorunda kalıyorum. 
Benim için sevimsiz ve üzücü bir durum bu. Zira yaşantıların da bulunan kirlilik ve hastalık bende bir yaşam korkusu oluşturuyor ve benim ruhani hislerimi azaltıyor. 

Tüm bu olumsuz hisslerimi desteklercesine, Hintliler ne kadar renkli ise Müslümanların o kadar renksiz olması, sadece siyah ve kahverengiden oluşan giysileri, bakımsızlıkları, caminin kirli kırmızı  kremit duvarları, yerlerin yağlı taşları beni bende alıp götürmüyor sadece burada olduğumdan endişe duygularımı arttırıyor.

Secde ettiğim yerde bağdaş kurmuş oturan sağ yan komşun, kendilerinden olmadığımı anladığından, nerelisin, kimlerdensin, nereye gidiyorsun muhabbetin başlatıyor. Delhi sonrası gideceğim diğer yerleri söyleyince, "Aman oralara gitme. Oralar tu-ka-ka yerler. Hintlilerle dolu, (!) gideceksen, Ajmer'e, Pakistan'da  Lahor'a, Mekke'ye git demeyi ihmal etmiyor. Belli ki Müslümanlar da, Hintlileri sevmiyor.


Sol komşum daha kıyafeti düzgün ve yaşı gereği yüzündeki nurla daha kibar bir şekilde kendisinin Kaşmir'li olduğunu ve orada da Müslümanların olduğunu oraya da gidersem Kaşmir'i çok seveceğimi söylemeyi ihmal etmiyor. Hani yüzü nur dolu olsa da içten içe Delhi'de, Hintlilerin içinde bir Müslüman azınlık olarak yaşadığına bin bişman bir halde...

Dinleri ayrımcılık tarafı, insanlığın nefret ve yok etme duygusunu körüklüyor. Ve minareyi çalan kılıfı hazırlar misali, insanoğlunda yok olmayacak bu yok etme ve nefret etme, baskı kurma, üstünlük oluşturma güdüsünün, sen bizden değilsin yaklaşımlarıyla bu yıkımın kılıfı oluyor. 

Namaz sonrası avlunun gerisinde bir kalabalık oluşmaya başlıyor. Önce bildik kitle halinde insanlar bir kapı önünde yığılıyorlar. Sonra kapı açılıyor ve Kur'an bir parçası olduğunu öğrendiğim bir kitabe bir din adamının ucunda havaya kaldırılarak topluluğuna gösteriliyor. Ardı ardına çekilen huuuu'lar la herkes kendinden geçiyor ve uzaktan da olsa kitabeyi öpme yarışına girişiliyor.


Hindistan'da Müslümanlar, İngilzlerden aldıkları terbiye nedeniyle kapı önünde hemen tek sıra oluyorlar. Aynı anda Hintlilerden aldıkları öğretilerle de,  Kuran'ı öpmelerine karşılık verecekleri bahşişleri şimdiden ellerinde hazırlıyorlar.

Kur'ana el basan müritler biraz fazla kalırlarsa, beyaz uzun sakallı Şıh tarafından bir an önce gitmesi için kovulursacına ittiriliyor ve arkasında gelene yer açılıyor. Verilen paralar, akan gür bir şelalenin havuzda birikmesi gibi bir kazanda toplanıyor. 

Kitabeyi merak etmiyor değilim ama kuyruk uzun. Ben sıraya şimdi girsem ikindiye zor çıkarım deyip, kuyruktakilere sabırlar dileyerek camiden uzaklaşıyorum.

Arka sokaklardan ilerleyerek Red Fort denilen, 17 YY'da Şah Cihan'ın bir kale olarak yaptırdığı ve zamanla içinde bir dizi yaşam kompleki inşa edilince bir saray kompleksine dönüşen kırmızı kaleye yöneliyorum. 
Yol üzerleri her yer, her an bir çarşı görünümünde. Güneş doğunca evden çıkan Hintli, akşama kadar her an yol kenarlarında rıskını çıkartacak bir şeylerle uğraş halinde. Herkes satmaya çalışırken kimler almaya çalışacak daha bunu anlayamadım ama ortalık yüzbinmilyon boloncuklar gibi satıcı kaynıyor. 
Yol üzerinde, Red Fort'un tam karşısında bir Jain Tapınağı gözüme ilişiyor ve içeri sorgusuna sualdiz dalıyorum. "Hop hop hop!.." uyarısı ile kapı önündeki bir Jain rahibinin jandarmalığı ile durduruluyorum. 

Önce ayakkabılarımı, sonra da çoraplarımı çıkarmamı istiyor. Mecburen içeriye çıplak ayak giriyorum. Girince kapı önünde Mekke'de ihram giymiş hacılar gibi çıplak duran bir kaç  başka rahip ve arkalarında asılı duran başka rahiplerin ihramsız, bağdaş kurmuş çırılçıplak fotolarını  görünce daha soyunmam gerekecekmiş gibi geliyor...

Neyse ki daha fazla soyundurmuyorlar.  Jain inanışı, Hindistan'da etkin inanışlardan bir başkası ve genel de fazladan sahip olduğumuz her şey günah ve haram. Üstümüzdeki kıyafetlerin sadece hayatımızı devam ettirecek, vücut ihtiyaçlarımız için gerekli olanların dışında herşey gereksiz ve haram. Zira Jain inanışına göre "gerekli olsaydı onlarla doğardık."

Yerler camiye göre çok daha temiz.  Mermerler pırıl pırıl parlıyor. Ve ortalık da ağır kokular yok. Daha zarif ve naif kişiler ile Jain tapınağını tavafa başlıyorum. iki katlı tapınağı çıplak ayak gezip birkaç Jain rahibi ve yerel halktan kişilerle dua ediyor yolumu Red Fort'a çeviriyorum.

Karnım acıkıyor. Karşı kaldırımda Red Fort, ama karşıya geçmek için aradaki gidiş gelişi ayrılmış yolu ve yüzlerce Moto-Rikşa ve binlerce insanı geçmem imkansız. Zira o kadar enerjim yok. Karnım açılıyor. Yan sokağa dalıp yiyecek bir şeyler arıyorum.

Her yer sokak da yemek yapan satıcılarla dolu ancak onlardan yiyebilecek cesareti daha göstermiyorum. Karşıma bir Mc Donald's çıkıyor. İçeri girmek ile girmemek arasında gidip geliyorum. 


-Ey hakan ne diye geldin Hindistan'a, madem sam amcanın kucağına oturacaktın, yaşadığın yerde de vardı mcdonals, zahmet etmişsin buraya gelmekte. 
- Yok öyle deme Hakan Sing , daha alışamadım da ondan. 
- Neden alışamadın? Alışmak dediğimiz şey kendi kendimize çevrelediğimiz sınırlarımızda dolaşmaktan başka nedir ki?
- Öyle deme Hakan Sing, korkuyorum işte, elimde değil beynimde değil, yalnızlık içinde yaşarken yalnız başıma çözümsüzlüklerle karşı karşıya kalmaktan, buralarda hasta olup telef olmaktan korkuyorum. 

-Bak hakan! Sen, sen olmaktan korkuyorsun etrafına bir baksana yaşamın güçlüğü, varlıkların yokluğu ile çevrelenmiş ve sen de kalkmışsın güvenli Hindistan seyahatinden bahsediyorsun. Ölüme direnmek, yaşama köle olmak, yaşayamadan ölmenin yarattığı yalnızlıktır. Yaşama köle olmak için gelmedik dünyaya....


Kendimden geçmiş ancak açlığım artmış bir halde, bir lokma kızartıcısının önünde duruyorum. İnsanlığın ateşi bulmasından faydalanıp, olası miktopların kızgın yağda yok olduğunu düşünüp, sıcak sıcak iki lokmayı mideme indiriyorum. Şimdi karnımda doyunca içim de daha rahat...

Sol köşede bir Hindu tapınağı ile karşılaşıyorum. Delhi''nin en büyük iki Hindu tapınağından birisi. Giriş her tapınağa olduğu gibi çıplak ayak. Ancak yerlerin yağlı görüntüsü çıplak ayak girmemi engelliyor. 


Ayakkabılarımı çıkartıp, çoraplarımla giriyorum. Tütsü kokuları ve turuncu kasımpatılarla doldurulmuş dua alanları içinde onlarca Tanrı olan adak odaları ve önlerinde ki bağış kâseleri alışık olduğumuz görüntüler değil.


Kıyafetim ve kendilerine ilgi ile bakmam içerideki rahipleri rahatsız ediyor. Çıkmamı istiyorlar... Hindular, diğer inananların aksine dinsel olarak daha kapalı bir topluluk. Zira sonradan Hindu olunamıyor, ancak Hindu doğulabiliniyor. Bu içe kapanıklılık, Hinduizm'in binlerce yıldır bozulmadan, dinsel değişiklik göstermeden günümüze gelmesini sağlıyor. Kendi çerçevelerini yüzyıllar önce çizmişler. Benim gibi biraz meraklı kişilerden de etkilenmek istemediklerinden içlerine almıyorlar. Kös kös çıkıyorum.

Daha yüz metre gitmeden bir başka inanış olan Sikh'lerin Delhi'deki en büyük tapınağı ile karşılaşıyorum. Kapıdakini görevliler temiz giyimi ve davranışları nazik. Ayakkabılarımı ve çoraplarımı çıkartıp, giriş önünde sürekli akar olan bir havuzda ayaklarımı yıkamam şartı ile içeri girebileceğini söylüyor. Başları sarı veya lacivert bir örtü ile sarılmış. Görevlinin talimatlarına uyuyor içeri giriyorum. 

İçerisi Jain tapınağından daha pırıl pırıl. Bir kilise temizliğinde. İkonlar ve Tanrısal simgeler yok. Elinde Kur'an ya da İncil benzeri bir kitabı okuyan uzun beyaz sakallı bir hoca. Dinsel dualarının tınıları ise Arap ezgisinde...

Bayağı ortak özelliğimiz var bu Sikh'ler ile. Hindistan'ın Kast sistemine karşı doğmuş, çoğunluğunun yaşadığı Pencap eyaleti Pakistan sınırında olduğundan, Müslümanlıktan esinlenmiş bir inanç bu Sikh inanışı. Gerek Hindu, gerek İslam'ın en pozitif taraflarını alarak yaşamlarını devam ettirmekteler. 

Kafamın karışıklığı ile çıkıyorum Tapınaktan. Müslümanların Camisi, Jain, Hindu, Sihk Tapınakları ve bir yerlerde var olduğunu bilsem de şimdilik karşıma çıkmayan Hristiyan Kilisesi ile Delhi, Hindistan'ın ufak bir kopyası.

Hepsi, hepsiyle tam olarak anlaşamasa da, bir birlerine bulaşmadan, saygı duyarak, yirmiüç milyon insan bir arada Delhi'de yaşıyor. Aynı bir milyar üçyüz milyon insanın, dünyanın en büyük demokrasisi Hindistan'da yaşadığı gibi. 

Kafamın katışıklığın gidermek için, Red Fort Saray Kompleksine, Lahor kapısından giriyorum. 


Kendi adlandırmaları ile "Lal Qila" Kırmızı Kale'yi, adını Hindistan'ın her yerinde duyacağımız, bizim Kanuni, Fatih gibi dönemin ileri ve zengin Moğol Imparatorlarından Şah Cihan yaptırmış. İlk yapılışında bir kale olsa da zaman içinde bizim Topkapı Sarayı gibi ama biraz daha büyük, devlet yönetimini adına bir çok bina inşa edilmiş. 

Divan- Aam (Halk Kabul salonu), Divan-Has (Yabancı devlet erkanının kabul salonu), Kraliyet Hamamı, Saray Mescidi, Rang Mahal (Renkli saray), Has Mahal (Imparatorun yaşam alanı) gibi bir kaç yapı, çok geniş bir bahçe içinde yer almaktadır. 


Tarihlere bakarsak Osmanlı'nın ihtişamlı dönemi ile aynı zamana geliyor. O döneme bakınca Osmanlılar, Persler, Moğol kökenli Hindistan İmpararorlukları dünyanın etkin güçleri olarak varlıklarını sürdürüyor. 

Bu kadar Imparatorluk içinde, bunca din ve inanç arasında ben her geçen gün daha da yalnız kalıyor ve bir grubun parçası olmaktan uzaklaşıyorum. 

Ve bu coğrafyada en çok değer verdiğim insan olan Mahatma Ghandi'nin naaşını ziyaret gidiyorum. Söylediği söz hala kulaklarımda çınlıyor.  "Yaşam tarzın vermek istediğin mesajdır" diye bir düşünce ile bir kaç dakika yalnız kalmak bana iyi geliyor. 

Hindistan'da bu kadar farklı din, farklı inanış bir arada olunca, halkı bir birlik adına toplamak kolay olmuyor. Bunun birinci adımı "Hintli olmak" şimdilik bizde ki gibi kavga oluşturmadan halkın sarıldığı bir olgu. İleride "Hindistanlı olmaya" dönmek isterler mi bilemeyeceğim ama bizim bir otuz sene gerimizden geldiklerinden ileride o da olabilir.


Delhi'nin merkezindeki "Hindistan Kapısı" Delhi'nin Hindistan'ın ufak bir kopyası olduğunu tüm dinleri, tüm inanışları içinde barındırır gibi bütün heybeti ile merkezde duruyor. Çoluk, çocuk her Delhi'yi ziyarete gelen buraya gelmeyi ihmal etmiyor. 

Ikinci birliktelik mesajı ise, "Ne olursan, kim olursan ol. Hangi dine, hangi inanışa inanırsan inan. Gel." diyen Mevlana gibi, burada LOTUS ÇİÇEĞİNDEN yapılmış bir tapınağa gidiyorum. 


Burası içimi huzur ile dolduruyor. İçi bomboş bir dua alanı. Merkezde bir tek göğe açılan bir boşluk. Din yok, Tanrı yok, İnanç yok. Sadece ben ve benim merkezimin gök ile buluşması var. 

Burası doğru yer. Burası olmak istediğim yer.

Şubat 2016