Delhi'de ilk gün - NAMASTE

Bir dağın zirvesinde bağdaş kurmuş, apış arama bir mendil yerleştirmişim. Dileniyorum.  

"Ey ulu güç! Bir yolculuk ver bana. Bir yolculuk..."
Uçak tekerlekleri yere vurunca gördüğüm rüyanın etkisinde ter içinde uyanıyorum.

"Eh be Hakan!" diyorum. "Kendini bildin bileli yoldasın. Böyle giderse hep yolda olacaksın...."

Daha bir kaç aylıkken, annem ve babamla yollara düşmüşüz. O zamanlar içime düşen tutku hala düştüğü yerde duruyor. Beni böyle yollarda bir oraya bir buraya savuruyor. Kısacası gene yoldayım. 

Uçakta tanıştığım, Hindistan'a bir kaç günlük tur yapan bir grup beni  şehir merkezine götürmeyi kabul edince, zorluklarla dolu olacağını düşündüğüm Hindistan yolculuğumun başlangıcı, bir anda keyfe dönüyor.  

Delhi havaalanında valizler, alışık olduğumuz sürelerden çok zaman sonra karmakarışık gelmeye başlıyor. Valizler geldikçe, grubun bir üyesi olmadığım gibi parçası da olmayacağım da ortaya çıkıyor. Kıyafetlerimiz bir birine benzese de, yolculuk anlayışların bir göstergesi olan valizlerimizin boyutları, farklılığımızı daha net ortaya koyuyor.  

Grubun sevimli rehberi, Hindistan iç hatlar uçuşlarında valiz ağırlık sınırlamasını max 15 kg olduğunu söyleyince, business uçmuş olan,  30 kg'lık bagaj haklarına rağmen yeterince ek ücret ödemiş grup üyelerinin bazılarında bir huzursuzluk başlıyor. Benim ise bir çok sefer bana bile fazla gelen yirmibeş litrelik sırt çantamın sekiz buçuk kg ağırlığı, geldiğimiz ülkedeki kast sistemleri gibi aramızdaki seviyeyi belirliyor. 

Hindistan'da 4 ana kast var. Bir de kastlar dışı olanlar var. En başta, Tanrı gibi tek başına duran, zamana göre Kral, Padişah, Şah, Mihrace gibi farklı adlar almış olan, Tanrı'nın temsilcisi, her coğrafyada özel olduğu gibi burada da kastlar dışı üstün varlık olarak bulunuyor. 

Gerisinde de kastlar başlıyor. Kast sıralamasının ilk sırada "Brahminler", yani din adamları. Arkasından "Ksatriyalar", yani toplumu yöneten siyasetçiler, askerler, yöneticiler. Üçüncü sınıf olarak "Vaisyalar" bizdeki adı ile tüccarlar, zanaatkar, yani katma değeri yüksek olan iş adamları. Dördüncü ve son kast "Shudralar" kısacası işçi ve köylü takımı...

En sona kalanlar ise, bir grup dahi olamadıklarından ve diğer kastların bu insanlara dokunmaları dahi aşağılık bir hareket olarak görüldüğünden, bu kitleye takılan isim "Dokunulmazlar" yani "Var olmayan halk".

Listeye baktığımda dünyanın her yerinde her zaman Kapitalizmin başka adlar altında, etkin bir şekilde var olduğunu görmek artık beni şaşırtmıyor. 

Her ne kadar burada kastlar arası geçiş olmadığından, doğulan kastta ölünse de, benim şimdilik bir kast'ım dahi yok. Buralarda yaşadıkca birisine katılırım diye umuyorum. 

Uçakta karşılaştığım gezi gruplarının parçası olmayı istemeyeli neredeyse yirmi yıl oluyor. Valizler bir saate yakın bir sürede gelince, iyi de oluyor. Zira karanlık yerine, gün ağrımaya başlarken tur otobüsüne biniyoruz.

Yalnız kalsaydım bir çok seferler yaptığım gibi havaalanın bir köşesinde uyku tulumuzu açar uyuklarken, günün ağırmasını beklerdim. 

Araç içine girer girmez turun rehberi Hindistan hakkında bir çok bilgileri arka arkaya sıralamaya başlıyor. 

Sebze ve kabuğu olmayan meyve yemeyeceğiz, su ile ağzımızı çalkalamıyacağız, peşimizi bırakmayacakları için sokak satıcıları ile göz göze gelmeyeceğiz, zaten herşey çok ucuz (100 Rs = 4 ₺), gereksiz yere fazla pazarlık etmeyeceğiz, Hintlilere özenip onlar gibi çıplak ayak dolaşmayacağız, tapınaklara ayakkabı ile girilmediğinden yanımızda ek çorap taşıyacağız vs, vs...

Anlaşılıyor ki, fanusda büyüyüp de Hindistan'da yaşamak zor!

Turun taşıma aracı, caddelerde dolaşan otobüslere göre gayet iyi bir otobüstü.  Konaklamak içinde merkezde, Connautt Place meydanında ki lüks otellerden birisiydi. 

Kısacası ödenen paranın karşılığı verilmişti ancak kısa bir zaman diliminde koştur koştur yapılan gezileri, grip hastalığını hastanede serum yiyerek geçirmek isteyen hastalara benzettiğimden, artık gezilere kendi başıma çıkıyorum. Ayrıca  o kadar bilgi ve düzen bombardımanı bana fazla geliyor, hepsini sindiremiyorum. 

Her durumda şanslıyım ve onlara bir teşekkür borçluyum. Zira uçak yorgunu olan vücudum bir yatak isterken nereye, nasıl gideceğini düşünmeden grubun peşine takılıp önce Kutup Minareye yönleniyorum.

Sokaklar kalabalık! Ve kaos her yerde... Trafikte kaza yapanlarının yüzde sekseninin yabancıların olduğu bir ülkedeyiz. 

"Ahhh" deyip, kendimizi bir şey zannetmeyelim... Daha otuz sene önce biz de çok benzerdik. 80'li yıllarda gördüğüm Amerikan'ın ancak otuz yılda bize geldiğini yaşamış olduğumdan, gelecek senelerde, buralarda oluşacak şehirleşmeden şimdiden endişe duymaktayım.

Bilirsiniz, İslam'ın başlangıcın da minare yoktu. Ne zaman ki, birileri etkinliklerini göstermek, camileri taçlandırmak ve kuvvetini arttırmak istediler, minareleri yaratmaya başladılar. Bu sayede caminin görsel ihtişamını arttırıp başka amaçlar adına, insanlar üzerindeki dinin baskısını oluşturmaya başladılar.

Insanoğlunun etkinlik mücadelesini, Hindistan'da hüküm sürmeye çalışan Müslüman toplumunun benzer büyük gösterişini, Kutub Minare ve çevresinde görüyoruz. Biri 73 metre diğeri başka bir Kral tarafından sidik yarıştırır gibi elli metre ilerisine daha yükseğini yaparım diye yola çıktığı, ancak yolda ömrü yetmeyince yapımı duran başka bir budur minare, birlikte yanyana durmaktaydı.

Kutup Minare ve Camisi, Müslümanların Hindistan içinde etkinliklerini ilerletmek adına, 11.yy'da, içleri putlarla dolu yirmiyedi tapınağın taşlarının parçalanmadan yıkılması ile oluşturulmuş. Cami çevresine bizdekilerin avlusunda bulunan medreselere benzer, tek katlı dua alanları inşa edilmiş. Zamanın Müslüman Kralı, halkın tepkisini almamak, eski alışkanlıkları birden değiştirip de huzursuzluk yaşatmamak adına, üzerleri Jain inanışının simgeleri ile dolu eski taşları kullanılarak camiyi ve etrafındaki mabetleri yaptırmış.

Dinlerin her dönemde bir umut olarak doğmasından kısa bir süre sonra, yarattığı yıkıcı etkilerini görmek, insanların salt kendi inançlarının doğruluğunu ölesiye savunması ile karşıkarşıya kalmak, dinlere karşı olan pozitif hislerimi her geçen gün azaltıyor.

İnsani ihtiyaçlarımızdan birisi olan ruhsal ihtiyaçlarımızı karşılamak adına oluşan inaç birliklerinin, zaman içinde bir güç birliğine dönüşmesi ve kaba kuvvet kullanmında baş aktör olmasının yeni bir olgu olmadığını her gittiğim yerde görmekteyim.

İçinde bulunduğum bu durum, bir inanç grubunun tam bir parçası olmamı engellediği yetmezmiş gibi yalnızlığımı da git gide pekiştirmekte.

Kutup Minaresi ve çakma Camisi, göze hitap ettiği kadar gönüle hitap etmiyor. Eski bir ören alanının iyi bir şekilde restorasyonundan ileri gitmeyen bu mekanda, biz Hintlilerin, Hintliler de tüm grubun fotoğrafını çeke çeke hep birlikte camiyi tavaf ediyoruz. 

Cami avlusu içinde bulunan paslanmaz bir Demir sütün yapıldığı yıldan beri, kendisine yakın bir başka yapı ve sütün olmadan avlunun ortasında tek başına aynı yerde durmaktaymış. Dile kolay dokuzyüz yıl... Demir sütünü kendime benzetiyorum. Metal yapısı içindeki fosforun,  dokuz asırdır paslanmayı önlemesine hiç şaşırmıyorum. Demek ki onun iç dünyasında da, yok olmaya, ölmeye karşı duyduğu bir nefreti, yaşamaya karşı bir inadı vardı.

Demir sütüna sarılıp, eski bir dostu yüzyıllar sonra görmüşüm gibi kucaklamak istiyorum. Kollarım kısa kaldığından sarmalayamıyorum. Onun beni kucaklamasını beklerken, kollarını açmıyor. Sarılabilseydik bir birimize, bir dileğimiz gerçekleşecek ve belki bu uzun zannettiğimiz kısacık hayatımızda, bir kere daha karşılaşacaktık.

Kucaklayamıyoruz... Belli ki bana da kırgın... Yalnız kalmak istiyor. Olsun! "Seni gördüm ya!" deyip, kızgın güneşin altında, kalbi gibi soğuk vücudunu, kendi yalnızlığına terk ederek yoluma koyuluyorum. 

Hindistan'da bronz devri olmadığını öğrendiğimde çok şaşırmıştım. Sanki eskiden de şimdi benim yaptığım gibi kıtalar arası yolculuk var zannedip, tüm dünyanın bir biri ile etkileştiğini ve alışveriş yaptığını zannediyordum. Demek ki yokmuş...

Ülkede çok çeşitli ve kıymetli madenler olmasına rağmen, kalayın yokluğu bu çoğrafyanın eksik bir devinim yaşayarak bu güne gelmesine sebep olmuş. Belki de bu devinim eksikliği, içinde bulundukları vahimliğin, fakirliğin bir ön göstergesiydi.


Cami önünde dilenen çokça insan görülüyor. Hintlilerin, bizimkilerden farkı, mendil yerine metal bir tas ile dileniyor olmaları. Yani sadece para değil, isterseniz yemek de verilebilsin diye taslarını her daim yanlarında taşıyorlar. Yani salt dilenciler. Biz de örnekleri olduğu gibi, ölünce evinde milyonlar çıkan çakma dilenci değiller. 

Şimdiye kadar farklı coğrafyalarda, kalabalıklar görmüştümtüm ama hem kalabalık, hem karmaşa, hem gürültü, hem rengarek bir yaşam görmemiştim. Kendi kıyafetlerime utanarak bakıyorum. Bu yolculukta kirliliğimi az göstersin diye seçtiğim ayakkabımın, pantalonumun, tişörtümün, şapkamın hatta toza karşı korunmak için cebime attığım mendilimin rengi krem ve gri... Boynumdaki pembe tülbentte olmasa, ruhsuzlukta şehrin en önde gideni olacağım. Yakışmıyorum Hindastan'a... Sırıtıyorum aralarında.

Burada insanlar aç ve fakirler ve de kaos içindeler ama rengarenkler. Biraz olsun onlara yakınlaşmak adına çantadan kırmızı polarımı çıkarıyor ve üstüme giyorum. En azından yalnızlığımın sırıtmasını istemiyorum.

Hindistanlılar, en son sayımda bir milyar ikiyüzleri milyon çıkmışlar. Bu sayıya ek olarak sayılamayın kastlar dışı olan "dokunulmazlar" sınıfından en az yüz, belki de iki yüz milyon daha var deniyor. 

Sokakta çöpler, yol kenarında oturan, uyuyan her yaştan insan, coğrafyanın kendilerine sunduğu doğal antibiyotikler ile büyümüş olduğunu gösteriyor. 

Doğal düzende babalar çocuklarını  gömmezler ancak bu coğrafyada da, bir zamanlar bizim coğrafya da sık sık yaşandığı gibi babalar çocuklarını gömmekteymiş. 

Asya'nın sert iklim koşullarında oluşan mikrobik bakterilere uyum gösteremeyen çokça bebek, babalarının kucağında; Müslüman iseler mezarlara gömülmekte, Hindu ise bir gantta yakılmaktaymış.

Gerçi biz de durum biraz düzeldi ama buralarda aileler hala çocuklarını kaybetme acılarını sık sık yaşamakta olduğunu, sevgili rehberimizden öğreniyorum.

Bu yaşam mücadelesini kazanıp hayatta kalanlar, bağışıklık sistemi güçlenmiş olarak yaşama devam edebiliyorlar.


Sadece halk arasında değil bu çarpık düzen. Imparatorluklarda da geçerli. Başlangıçta kendi etkinliklerini genişletmek adına aile fertlerininden destek alarak büyüyen bu yörenin imparatorlukları, krallıkları, zaman içinde, aidiyet duygularını kaybeden Kral ve Padişahlar ile yönetilmeye başlanınca, kendi sonlarını hazırlamasınlar diye çocuklarının sonlarını hazırlamak ve kendi elleriyle mezara gömmek ya da bir gant'da yakmak, her birinin öncelikli işleri arasında yer almaya başlamış. 

Kutup Camisi'nden sonra, Annesi Cengiz Han soyundan geldiği için Moğol denilen, bizde ise Babası Timur soyundan geldiği için Türk kabul edilen ve bu yüzden Cumhurbaşkanlığı forsunda bulunan on altı yıldızdan birisini simgeleyen, "Babürlüler" dediğimiz Babür Şah'ın oğlu olan Hümayun'un Türbesine yöneliyoruz. 

Truistik gezilere göre çok bildik, tur otobüsünün camı arkasından eski  Delhi'yi yaşar halindeyiz. Zaman kısıtlı. Cam üzerinden bol bol fotoğraf çekip, algılamayı ve ortamı hissetmeyi sonraya bırakarak, sevgili rehberimizi dinlemeye devam ediyoruz.

Her yere taşırım da, Hindistan'ı objektifin arkasından görüp yaşamayı ileriye ertelememek için bu geziye fotoğraf makinesi getirmedim. Cep telefonunu kamerası ile ne çekilirse o olacak artık.


Hümayüm'ün türbesinin tavafı sonrasında gruba iyi geziler dileyip ayrılıyorum. Delhie'nin en merkezi yeri, Connaught Place'daki şık bir otel önünden, bir motor Rikşa ile sıkı sıkıya pazarlık edip yüz ruppiden başlayan fiyatı, otuz ruppi'de (1,30 ₺) anlaşarak otelime doğru yola koyuluyorum. 

Otelim, Delhi'nin arka mahallelerinden sayılan, New Delhi tren istasyonunu da içinde barındıran, Paharganj bölgesinde. Kısacası Taksim The Marmara'dan Sirkeci garının arka sokaklarına gider gibi, gerçek Hindistan'a gidiyorum.

Paharganj'ın bol inekli Main Road'ı üzerinden, genişliği birbuçuk metre olan dar bir sokağına dalıyor ve elimdeki haritaya göre iki arka sokakta otelimi buluyorum. Sokaklar o kadar dar ki, inekler bile girmeye teşebbüs etmemişler. 
Otel girişinde bir gezgin dayanak kısmı kırık bir sandalye üzerine oturmuş, ayakkabılarını yırtık gazete parçaları ile temizlemeye çalışıyor. Ne yaptığını anlamak için daha dikkatli bakıyorum. Her yerde bolca bulunan, yol üzerinde ki inek dışkılarından birisine basmış ki, otele girmeden önce silerek içeri girmek istiyor.

Bir birimize "Hi" deyip, şimdilik şansım yaver gittiğinden, bir boka basmamış olduğum için otele rahatça giriyorum. 

Otelin, uluslararası adı ile hostel'imin kafeteryası Amerikalı ve Kanada'nı gezginlerle dolu. Bir kaç Avrupalı olsa da aralarında tek Türk benim.


Böyle bir yerde gezi yapmayı kabul edebilecek bir arkadaşım olmaması beni yolculuklarda hep aynı yalnızlığa sürüklüyor. Genelde, ülkemde yaşayanların gezme alışkanlıklarının dışında bir yolculuk yaparken ancak başka ülkelerin, dünyayı tavaf eden gençleri ile kısa sohbetler ederek vakit geçiririm. 

Bu gezilerimde ülkemin, Avrupa ya da Amerika'daki gibi gezerek öğrenme arzusun ile yaşayan gençleri barındırmadığı görür, her seferinde bu duruma bozulurum.

Uçaktaki uyuklamamı saymazsak Bursa'dan bu yana kırk saattir ayaktayım. Ve hemen yatıp uyumak istiyorum. Odam ikinci katta. Ağır aksak koridorda ilerlemeye çalışıyorum. Kordidor sessiz. Ikisi sağda ikisi solda olmak üzere dört oda kapısı olan dar ve kısa. Ortamı en fazla otuz watlık cılız bir ampül aydınlatıyor. Koridorun duvarları isli gibi kirli. Odamın kapısına anahtarı sokarken yan odanın kapısı açılıyor ve ingilizceyi yaya yaya konuşmalarına bakılırsa muhtemelen Amerikalı bir çift çıkıyor. 

"Ay yine mi siz? Her yerde karşıma çıkıyorsunuz... Maşallah! Gitmediğiniz coğrafya yok. Topu topu üçyüz milyonsunuz ama dünya kaynaklarının yüzde yirmibeşini tüketiyorsunuz. Her yeri gezip gezip keşfediyor sonrada en başta gezdiğiniz yerlerde ki yaşayanlara, gördüklerinizi pazarlıyorsunuz." demek istedim ama göz göze gelince "İyi akşamlar" deyip gülümsüyorum. 


Odaya giriyorum. Oda duvarları koridordan pek farkı yok. Ancak oda temizliği yapılmış ve çarşaflar ütülü. Renkleri ise Hindistan'da 850 Rs'ye (40 Tl₺) ne olabilecek ise o kadar iyi. Fiyatı yüksek ama neyse ki kahvaltı dahil... Gene de duvar renkleri size, bize göre isli...

İçerisi havadar değil. Girer girmez kilimayı açıyorum ve içerisi birden dışarıdan gelen inek dışkıları ile karışmış insan sidiğinin yaydığı çürük yumurta kokusu ile doluyor. Hemen kapatıyorum kilimayı.

Tüm gün gezerken Delhie'nin tozunu yutmayayım diye ana caddelerde dolaşırken ağzımı ve burnumu korumaya çalıştığım mendilim leş gibi olmuş. Pis mendili duş alırken yıkamak için doğrudan banyoya atıyorum. 

Yatak eski... Banyonun suyu aktığına duacıyım. Gerçi su ile ağzımı çalkalamıyacağım ama en azıdan banyo yapmak iyi gelecek.


Burada suları kullanmamız tavsiye edilmiyor. Bu nedenle dişlerimi fırçalamak için bile plastik şişe suyu kullanacağım. Zaten günde en az iki litre su içmem de gerekiyor. Bu sayede Hindistan'ın alışık olmadığım baharatlarını vücudumdan en kolay sıvı içerek atacağım. 

Oda da, değil havlu ya da küçük otel şampuanı, sevabına küçük bir sabun dahi yok. Evden çıkmadan önce cebine attığım kutuya dokunuyor ve seviniyorum. Herhangi bir anda lazım olur diye cebimde ki sabun kutusunu çıkartıyor sıcak bir duş eşliğinde Delhie'nin tozunu yıkanarak üzerimden atıyorum. 

Böyle bir otele eşim Esra ile gelseydim eminim ki yanında getireceği tuz ruhu ile odayı kırklatır, daha doğrusu bana kırklattırır, anca ondan sonra içeri girerdi...

Duştan sonra rahatlıyorum. Yatağa yatıyorum. Esra geliyor gözlerimin önüne. 

Gülümseyerek soruyor. 

- İyi yaptın mı Hakan, bu yolculuğa yalnız çıkmakta?

- Yaptım yaptım. Eğer sizlerle yapsaydım, şimdi Connautt Place'daki, kökeni ya Ingiltereye, ya da Amerika'ya bağlı bir otel odasında olacaktık. 

Orası Hindistan değildi ki...

Şubat 2016