Dalia Lama'ya giderken


Beş gündür bugüne kadar benim gibi düşünmeyenlerle, daha doğrusu ben kendimi kendi kabımda sakladığımdan onlar gibi düşünmediğimden, kendim gibi olmayanlarla bir arada huzur içinde geçirdiğim Hindistan coğrafyasındayım.
Burada yaşayanlara ve yaşam tarzlarına nasıl alışabileceğimi daha bilmiyorum ama bizler gibi düşünmeyenlerin sayısının bizlerden çok olan bu coğrafyada gezinirken, birçok konuda yanlış düşündüğümüze olan inancım gittikçe kuvvetleniyor.

Bu gece, Budha’nın ailesini ve sarayını terk edip Himalayalara çıktığına inanılan aynı anda Ganj nehrinin doğup geldiği Himalayaların eteklerindeki, yani bir önceki yazımda bahsettiğim Haridwar’dan, bir başka ulu merkeze, Tibetlilerin yaşadığı Himaçal Pradeş eyaletinin “Dünyanın damı” denilen Tibet’e açılan kapısı Dhramsala’ya gidiyorum.

Artık kendime göre ben de Haridwar’da Hacı olmuştum ama ne Hindular benim Hacılığımı kabul ettiler, ne ben şimdilik onları ve alışkanlıklarını içime sindirebildim.

Dünden beri “Hindu olunmaz Hintli doğulur” diyen insanlar arasında, Cennetin kapısından girmek istiyorum da beni içeri almayan meleklerin yüzüne boş boş bakıp duruyor gibiyim.

Yedili yapılı kast sisteminde, kastlar arasında evlilik dahi yapamadıklarından aile yapıları bozulmamış, bu katı kural yetmezmiş gibi kastın belirlediği iş yapısı dışından bir işi yapamadıklarından değil başka ülkeden bir insanı kabul etmek, benim gibi binlerce kilometre uzaktan gelmiş tüm Semavi dinlerini ve onlardan doğan birçok mezhebi görmüş ve o dinlere inananlarla yaşamış hatta onlarla dua etmiş, o dinlerin ve mezheplerin kitaplarını okumuş bir beyazı asla kabul etmeyeceklerinden yalnızım buralarda…

Yalnız geldiğim dünyadan yalnız gideceğimi biliyorum da, unuttuğumu fark ettiğimde, iç dünyama kabul ettirmek için sık sık kendimi iğneleyip uyandırıyorum daldığım dünya aleminden.

Trenim akşamüzeri, Haridwar’dan kalkacak.

Ülkenin Kuzey Batısına, Keşmir’e giden bir trenin çıkabileceği kadar yükseklere çıkıp, Himalayaların Penchap eyaletinde indikleri en alt noktalarda, Pathankot’da, gece yarısından sonra trenden ineceğim ve sonra da bir araç bularak Dhramsala’ya gideceğim.

Hindistan’da tren biletlerinin iyi yerleri iki, üç ay önceden bitermiş. Bir de kısa bir süre sonra Keşmir ve Himaçal Pradeş eyaletlerinde Musonlar etkin olacağından buralara gelmek isteyen son kişilerden birisi olarak zar zor altı kişilik kuşetli kompartımanda yer bulabilmiştim. Ama dönüş biletim yok şimdilik.

Hele bir gidelim de, dönüş için bakacağız duruma.

Haridwar’dan akşamın alaca karanlığında kabul edilmemiş yabancı bir hacı olarak trene bindiğimde içeride benden başka beyaz tenli yok. Kompartımanda daha yataklar açılmadığından dört kişi, ikişerli olarak karşılıklı oturuyor ve yol alıyoruz.

Dik ve yeşil vadiler arasından ve Himalayalardan doğup gelen birçok nehrin üzerinden geçerken doğanın cezbedici güzelliğine büyülenmemek elde değil. Budha boşuna ailesini terk edip buralara gelmemiş diye geçiriyorum içimden.

Annem geliyor gözlerimin önüne. Sanki “Dön geri!” der gibi bana bakıyor kompartımanın camına yansıyan siluetiyle.

Esra ile İklim ise o siluetin arkasında “Devam…” dercesine gülümsüyorlar.

Aynı kompartımanda alışık olmadığım insanlarla yolculuk etmekteyim. Koltuk komşularım hepsi erkek. Zaten kadın ve erkekler akraba olmadıkça aynı yataklı kompartımanda yolculuk yapmasına izin verilmiyor.

Daha yerime oturur oturmaz bir çaycı kilitlenmeyen kapıyı ayağı ile iki yana ittirip açıyor ve elindeki masala çaylarını doldurduğu kâğıt bardakları elimize tutuşturuyor.

Hiç birimiz “Hayır! İstemiyorum” diyemeden, kapıyı açık bırakıp yan kompartımana geçiyor. Belli ki alışık, hep böyle yapıyor. Parasını sonra alacak anlaşılan…

Bardakların tek kullanımlık kartondan olmasına en azından cam olmadığından iyi yıkanmamışlık gibi bir sorun olmadığına sevinmeli miyim, yoksa hiç yıkanamadığından Haridwar’ın tüm tozunu içeren bu karton bardaklarla çay içmenin huzursuzluğunu yaşamalı mıyım?

Düşünüyorum ama cevap veremiyorum iç sesime.

Sıcak bardağı yanan sağ elimden sol elime alıp Hindistan’da geçireceğim bir elli günümün daha olduğunu hatırlayıp “Alışmalıyım” diyerek çayı yudumluyorum.

Çay iyi geldi. Hem içimi ısıttı hem de şekerli şekerli enerji verdi vücuduma.

Masala’yı seviyorum. Yemeği de, çayı da, tatlısı da yapılan bir baharat karışımı.

Bu içtiğim; kakule, karanfil, karabiber, tarçın, anason, toz zencefil, bildiğimiz çay, süt ve su ile karıştırarak yapılıyor.

Çaycının ardından vagona dalan, elle koparılmış bir gazete kâğıdı parçasına sarılı hamur işleri satan satıcıdan bu sefer bir şey almayı isteyemedim. Ama koltuk komşularım çok aç oldukları, aldıkları hamur işlerini hapur hupur götürürken ki hallerinden belli.

Bir birimizin dillerini anlamadığımızdan, sömürge zamanından kalma alışkanlıklarla ülkenin resmi ikinci dili İngilizce olsa da sadece bir kaç kelime bilen koltuk komşularımla ihtiyaçlarımızı giderecek kadar konuşma yaparak, havanın kararması ile kuşetleri açıp yataklarımıza geçiyoruz.

Daha yeni yatmıştık ki, bir istasyonda trene binenlerden birisi bizim kapıyı açıp içeri dalıyor. Odamızın beşinci yolcusu da geldiğinden sadece tek yatak boş, o da benim üstümde, en tepedeki.

Gecenin ilerleyen bir saatinde bir yolcu daha geleceği kesin. Benim trenden iniş saatin sabaha doğru ikiyi çeyrek geçe.

Şu ana kadar bu ikinci tren yolculuğum. Bu kadar kalabalık ve bu kadar karmaşık bir ülkede tren saatlerinin şimdilik birkaç dakikalık gecikmelerle istasyonlara geldiler. Bu gezide yirmiye yakın tren yolculuğu yapacağım. Duyduğuma göre Hindistan’da trenin kalkmaması olası ama kalkınca, yolda doğal bir afet yaşanmadıkça yerine varmaması olası değil.

Bir şekilde gidiyor işte…

Amerika’dan sonra yüz yirmi bin km’nin üstünde, dünyanın ikinci büyük demiryolu ağına sahip Hindistan’da her yıl sekiz buçuk milyar insan bu raylı sistem üzerinde gider gelirlermiş. Şu anda kendimi bir karınca ordusunun içinde nefsini kaybetmiş yaşlı bir karınca gibi hissediyorum.

Neyin önemli, neyin önemsiz olduğunu sorgularken buluyorum kendimi.

Yattığım en alt kuşet. Gece ikide uyandığımda kimseyi rahatsız etmeden çıkacağımı düşündüğümden içim rahat ama buraların yemekleri gibi insanların sarımsakla karışmış zencefil ve zerdeçallı ter kokularının, ayak kokularını bastırdığı kompartımanımızda, sırt çantamı ve ayakkabılarımı ben uyurken çalmasınlar diye yanımda getirdiğim zincir ile yatağın baş demirine şifreli bir asma kilit ile bağlıyorum.

Trenin demir tekerleklerinin, raylar arasında ki boşluktan geçerken ki “tık-tak” seslerini de seviyorum.

Annemim sesi gibi, bir ninni gibi geliyorlar bana.

Gözlerimi kapadığımda burnumun koku alma sensörlerini de kapadığımı düşünerek, kol saatimi kalkacağım saate kurduğumdan emin olmak için tekrar bakarak dalıyorum uykuya.

Bir ara uyandım gecenin bir yarısı. Üst kata çıkıp hiçbir çarşaf tulum ya da benzeri bir şey kullanmadan ayakkabıları olmadığından sadece terliklerini kapı eşiğine bırakıp elbiseleri ile yatan bir adamı yarı açıkgözlerimle gördüm ve tekrar uyumaya devam ettim.

Beyin saatim tüm dünya saatlerinden daha iyi çalıştığı bir gerçek.

Saat ikiye bir iki dakika kala birden uyanıyorum. Tren aynı hızda raylar üzerinde tıngır mıngır gidiyor. 

Kompartımanın kokusu artık beni rahatsız etmiyor. Kolumdaki saati daha çalmadan kapatıyorum. Ana lambayı açıp da diğer yolcuları uyandırmak istemediğimden tulumumun içine yatmadan koyduğum kafa lambamı açıp ayakkabılarımı almak için yatağın altına tutuyorum.

O da ne…

Unutmuşum. Birden hatırladım. Yatmadan önce zincirlemiştim eşyalarımı. Tren salına salına gittiğinden kilit koltuğun altına kaçmış. Gürültü yapmamaya çalışıyorum ama pek olmuyor. Zinciri çevirdikçe takılı olduğu demire sürtüyor ve metal sesi ortama yayılıyor.

Terlemeye başladım.

Eğer tren zamanında istasyona gelecekse, durmasına on beş dakika var. Daha tulumumu toplamadım.

Tulumdan çıkarttığım ayaklarımı nereye koyacağımı bilemiyorum. Hindistan’dayım ya. Batı öğretilerimle geldiğim bu coğrafyada sanki onlar gibi olursam yaşayamayacakmışım gibi eğreti duruyorum. Ayaklarım yere basmadan havada duruyorlar ama bu durumda eğilip zinciri çevirebilmem mümkün değil.

Bir ilk yaşayarak yatağın kenarına yere çıplak ayak basıyorum. Eğiliyorum zinciri çeviriyorum.

Sanki tren de yavaşlıyor. Hala uyku tulumumu toplamadım bile.

Zinciri öne getirdim ama kilit çok ufak olduğundan gündüz gözüyle rahat açıp kapadığım kilidi şimdi gecenin bu saatinde göremiyorum. Kafa lambamı uzatıyorum kilide doğru ama zincir çok serbest olmadığından yatağın önüne fazla çıkamıyor.

Zaten yarım derece miyop ve bir derece de astigmattım var ama bu gezide gözlük başıma dert olur diye almadığımdan bir de gecenin uyku mahmurluğunda şişmiş gözlerimle kilidin üzerindeki hiçbir rakamı görmüyorum.

Lanet olsun…

Tren yol alıyor ama yavaşlıyor gittikçe. İstasyona girecek gibiyiz.

Ter boşanıyor sırtımdan. Yere eğiliyorum artık yapacak bir şey yok. Kafamı neredeyse kuşetli yatağın altına sokacağım. Yatağın altı toz. Şimdilik yatağın altında fare veya benzeri gezinen bir yaratık yok ama gözle görülmeyen bakteri ve virüsler olduğu kesin.

Kilidi öyle evirip böyle çeviriyorum ama görmeden… Şifresi aklımda ama yanlış mı hatırlıyorum diye kafamda dolaştırıyorum numaraları.

Olmuyor. Tren yavaşlamaya devam ediyor.

Duruyorum birden. Nefes alış verişim çok hızlı. Göğsüm zırt pırt inip çıkıyor.

Sakinleşmeliyim…

Gözlerimin önüne, dün akşam Rishşikesh ‘de bir Aşram’da katıldığım ayindeki nefes alıştırmaları geliyor. Beyaz kefenler içindeki rahipler ile birlikte yaptığımız gibi burnumdan beşe kadar sayarak nefes alıyorum ve sekize kadar sayarak veriyorum.

Karnım şişiyor yine. Diyaframın açıldı. İki defa tekrar ediyorum bu nefes alış verişime.

Sis bulutu kalkıyor gözümün önünden. Terim azalıyor sanki. Kafa lambamı tekrar şifrelerin üzerine tutuyorum.

Görüyorum hepsini. İçimi bir sevinç kaplıyor. Rakamları parmaklarımla çeviriyorum. Üç, beş, sekiz. Tık. 

Açıldı…

Alel acele zinciri çekiştiriyorum. Tozlu ayaklarıma aldırmadan ayakkabılarımı giyiyorum. Trenin tüm tozu artık benimle, ayakkabılarımın içinde gelecek. Tutulumu kendi torbasına koyacak vaktim yok. Zira tren gara girdi.

Sırt çantamı açıp uyku tulumu ve zinciri içine tıkıp yatağın kenarında ki montumu üzerime geçirip kompartımanın kapısını açıyorum. Bir şey unutmamış olsam bari diyerek trenden inerken her zaman yaptığım gibi en önemli iki eşyamı; pasaportumu ve cüzdanımı kontrol ediyorum.

Yerindeler.

Trenden indiğimde soluk sarı bir lambası yanan istasyon odası önünde görevli bana bakıyor. Ben de adamın üzerindeki kocaman yuvarlak saate.

Saat ikiyi çeyrek geçiyor. Tren tam vaktinde gelmiş.

Tozlu ayakkabılarımı içine iyice yerleştirip bağcıklarını bağlıyorum. Sırtımda sırt çantam. Tam bir kaplumbağa gibiyim şu an. Yere eğilmiş yerde sürünerek ilerleyecek gibiyim. Ama olmaz, ben bir dağ yürüyüşçüsüyüm. Daha Dhramsala’nın sırtlarında Himalayaların eteklerinde, dört-beş binliklere gideceğim ve oralarda yürüyeceğim.

Kalkıyorum ayağa.

İstasyonda kafasında Hindistan demir yollarının bir kasketini takmış adam, trenden başka inen kimse olmadığını görünce düdüğünü öttürüyor.

Tren hareket ediyor.

Saate bakıyorum. 

İkiyi on yedi geçiyor.

Gökyüzünde ay, dolun aya yaklaşmak üzere. Ortalık beyaz floresan ışığı ile aydınlanmış gibi parlak.

Kapı önünde bir taksi. Benim gibi trenden inen iki genç kadın Dhramsala’ya gitmek için pazarlık yapıyorlar.

Yanlarına yaklaşıp beni de alır mısınız dediğimde, Hanımlar üçüncü bir kişinin hesabı bölüşmesine seviniyorlar. Ben daha çok seviniyorum. Tek kişi tek yön ödeyecekken üçte birini ödeyeceğim.

Kanadalı bir gezgin çift olduğunu öğreniyorum çar çabuk. Beş gündür dünyanın çeşitli yerlerinden birçok gezgin ile aynı hostelleri paylaştık ama daha hiç Türk gezgin görmedim.

Gecenin iki buçuğundan ay ışığında Himalayaların karaltıları gözüme çarpıyor.

Şoförde, kadınlarda memnun gelmiş olmamdan.

Ben de… Ya çözemeseydim zinciri? Şimdi Keşmir dağlarına doğru gidiyor olacaktım.

O da bir yolculuktur ama şimdi önümde vadilerin içlerine, dağlara doğru iki buçuk saatlik bir araba yolcuğu var.

Uyuyarak geçirdiğim bu yolculuğunu hiç anlayamadım.

Tibet’in Ruhani Lideri Dalay Lama’nın Çinliler tarafından sürgüne gönderilmesinin ardından, Hindistan’ın kendisine kucak açmasıyla yaşadığı ve Tibet’in Başkenti Lhasa’ya özdeş olmasa da Dalai Lama’nın Kutsal Ana Tapınağının olduğu Dhramsala’ya, parlak ay bizi terk etmekte olduğundan, dağların arkasından doğmuş kendisini göstermeyen sabahın gün ışıkları eşliğinde giriyoruz.

Bugün dinleneceğim. Hostelime gidip hiçbir şey yapmadan oturuyor, kendi kendime dün öğrendiğim yoga ve nefes alma hareketlerini yapıyor birkaç kez uyuyor ve uyanarak vakit geçiriyorum.

Gezmek istemiyorum Dhramsalayı. Dağları, vadileri görüp hemen tüketip bitirmek istemiyorum.

Bugün Tibetlilere neredeyse yasak olan Lhasa’da yaşayamayan Ruhani Lider Dalai Lama’nın yaşadığı yerdeyim. Ve sabah erken, altıda kalkıp, katılırsa Dalai Lama ile katılmazsa müritleri ile Ana Kutsal Tapınaktaki ayine katılacağım.

On yedi sene önce Lhasa’ya yaptığım gezide "Bir gün seni ziyarete geleceğim" diyerek verdiğim sözü tuttum.

- Hoş buldum Dalai Lama Tenzin Gyatso…

Ayinin sonrası, Tibetli Rahipler ile birlikte üç saat sürecek, üç bin metre yükseklikteki, Shri Kunal Pathri Devi Manastrına kadar bir yürüyüş yapacağım.

Akşam bir tas dal yemeği yiyip ev sahibesinin sunduğu masalı çayı içip uyuyorum.

Yarın güzel bir gün olacak gibi

Şubat 2016