Dhramsala'da kendime yolculuk



-  Omm… Ommm… Ommmm…
 -  Dumm! Dumm! Dumm!
Rüyamda bir tepenin üzerinde oturuyorum. Uzakta karlı dağlar. Rüzgâr olanca hızıyla esiyor. Arkamda, üst üste taşlar konarak oluşturulmuş yol üstü tapınağından sesler geliyor.
Kafamı çeviriyorum, kimseler yok. Bir ışık parlıyor karlı tepenin ardından, gözlerimi alıyor. Anlık olarak kararıyor her yer. Hiçbir şey görmüyorum.
Sesler gelmeye devam ediyor.
 -  Omm… Ommm… Ommmm…
 -  Dumm! Dumm! Dumm!

Gözlerimi açmadan birkaç kez kırpıyorum. Sonra nerede olduğumu anlamak için yavaşça açıyorum.
Yataktayım…
Kol saatime bakıyorum. Altıyı beş geçiyor.
Geç kaldım!
Neyse ki bu gezimde tek tip kıyafetim var. Kıyafet seçmeyi düşünüp vakit kaybetmeyeceğim. Şimdi bin üç yüz metrede, Himalayaların alt eteklerinde olduğumdan, gece de soğuktu. İçlik ile yatmıştım.
İçliğimi çıkartmadan geniş paçalı bol pantolonumu üzerime geçiriyor sırtıma da polar yeleğimi, elime de montumu alıp kahvaltı yapmadan ve kimseyi uyandırmadan hostelden çıkıyorum.
Geç kalmış olduğuma kızgınım.
Yıllardır hayal ettiğim bir an’a, Dalai Lama’ya verdiğim bir söze ihanet etmiş gibiyim.
Oysa on yedi sene önce Lhasa’da gezinirken. “Seni kovdukları bu topraklarda görememiş olsam da yaşadığın yeri ve seni ziyaret edeceğim.” demiştim.
Ya geç kaldımsa?
Hostelim, Dhramsala’nın beş kilometre kadar üzerinde ki “McLeod” yerleşkesinin merkezinde, Dalai Lama’nın Ana Kutsal Tapınağının tam karşı köşesinde.
Davul seslerini eşliğnde başlayan ayinin duaları McLeod’da ve Dhramsala vadisinde yayılıyor.
Tapınağa girerken belki çıkartmak zorunda kalırım diye bağcıklı ayakkabılarımı giymeyip üstüne basabileceğim sandaletlerim ile fırlıyorum sokağa.
Dağ eteklerinin serinliğinde sabahın çiği sokağı ıslatmış. Kayıp da düşmemek için koşturmadan gözlerimi ovuşturarak hepi topu beş metrelik karşıya, kaldırım olmayan, bir su birikintisinin akıp geçtiği tapınağın duvar tarafına geçiyorum.
Sokakta daha hiçbir dükkân açılmamış. Ancak Tapınağın köşesinde hamur kızartan bir satıcısı gözüme ilişiyor.
Son iki gündür artık yerel lokantalarda ya da sokakta yemek yemeye başladım.
Şimdilik kızarmış ve sıcak olan yemekleri tercih ediyorum.
Daha yerel bakterilere tam alışabildiğimi zannetmiyorum. Nefes aldığım havada, yüzümü yıkadığım suda olduklarını bilmek bile ilk üç günde beni yeterince huzursuz etmişti.
O tekinsizlikte, Delhi’de ilk günümde korkuma yenik düşmüş, yüzümü para ile aldığım suda yıkamış, neredeyse nefes almaktan dahi korkar halde ağzımda bir maske ile dolaşmıştım.
İkici gün maskeyi çıkartıp kendi karbondioksitim yerine Hindistan’ın oksijenini içime çekmeye, üçüncü gün de içmek için hala kapalı su alsam da yüzümü yıkarken ve banyo yaparken çeşme sularını kullanmaya başlamıştım.
Sık sık kendime “Alışmalıyım. Eğer bu coğrafyada iki ay geçireceksem, alışmalıyım…” demiş, hatta daha ileri gidip dördüncü gün, buranın bakteri ve virüsleri bana, ben onlarla biraz daha tanış olmalıyız diye, sokakta kızarmış bir hamur lokmayı bile yemiştim.
Şimdi tapınağa girmeden masalalı çay içecek zamanım yok ama tapınağın köşesine yerleşmiş el arabasında hamur kızartan satıcıdan iki lokma alıp benim gibi geç kalmış iki beyaz ama esasen bizler gibi geç kalmaması gereken birkaç Budist Rahip ile tapınağa giriyorum.
Daha kapıda, üzerinden dumanı tüten ilk hamuru ağzıma tıkıp mideme sıcak sıcak indirirken boğazım yanıyor ve bir iki kuru öksürük çıkıyor genzimden.
Kimse dönüp bakmıyor bana. Herkes bir an önce geç kaldığı ayine yetişmek istercesine hızlı adımlarla yürüyor.
Açlık, nefesten sonra yaşamsal ikinci ihtiyaç.
Her şey sırasıyla… Şimdilik enerjetik bedenim için fiziksel bedenimin gerekliliklerini yerine getirmekteyim. Zira ortaya çıkması gereken duygusal bedenim hala uykuda.
Ulaşmayı arzu ettiğim akılsal bedenim ise hiç ortalarda görünmüyor.
Etrafıma bir göz atıp, yüzümü gizleyerek yutkunuyor ve dumanı kaybolmuş ikincisi hamur lokmayı da avluda ağzıma tıkıyorum.
Kafaları kazınmış kel rahipler önümde yürüyor. Tek tokmaklı bir gong sesi tapınağı aşıp göğe yükseliyor.
Borda entarili rahipler geç kaldıklarından adımlarını hızlandırıyorlar. Ben de onlara uyuyorum. Aynı hızda peşi sıra yürürken duvara sıra sıra yerleştirilmiş dua silindirleri karşılıyor bizi.
Tek sıra halinde yanaşıyoruz duvara.
Dualar silindirlere soldan sağa Sanskritçe yazılmış olduğundan, çevirdiğimizde dönerlerken doğru okunsunlar diye bizler onları sağdan sola doğru çeviriyoruz.
Kimse okumuyor yazılanları, sadece çeviriyor.
Nasıl olsa doğa kendi Dharmasında, her şeyi çözümlüyor.
Yoktan var olmadığımızdan, varken de yok olamayacağımız göre sadece dönüşeceğiz bir başka enerjiye ve dharmamıza göre ulaşacağız kendi özümüze. Zamanı geldiğinde aynı bu dua silindirlerinde ki yakarışların doğada salınması gibi bizlerde döne döne yükseleceğiz göğe.
Yolda giderken benim gibi gelen iki beyazı geçtim. Arkamdalar. Önümde sadece rahipler var. Ne onlar bana ne de ben arkaya bakmadan hızlı ama acele etmeden silindirleri çevirip ilerliyoruz.
Her bir silindirde başka bir dua…
Silindirleri çevirerek duaların doğa tarafından okunduğundan, hatta kaç defa dönüyorsa o kadar çok okunduğundan içimiz rahat.
Ben ilk bir kaçını en az iki tur hızında çevirip, bir sonraki silindire geçiyorum.
Tapınağın bahçesinde sevapları toplamaya başladığı düşünen iç sesim bana “Bugünü de kurtardık…” dercesine beni dürtüyor.
İçimde bir yerlerde ki benliğim çok içten pazarlıklı!
Duygusal benliğim yavaş yavaş vücut buluyor ve hayvansal yaşam benliğimin yaptıklarını beğenmiyor ve onunla olmak istemiyor.
Duygusal benliğim tüm kontrolü ele almak üzere.
Bir vücutta aynı anda iki benlik yaşamaz” deyip zihnimi temizlemek için kafamı iki yana sallatıyor.
Gidiyorlar… Duygusal anımdan uzaklaştığım, hayvansal ihtiyaçlarımın ortaya çıkacağı bir başka boş anımda tekrar gelmek üzere uzaklaşıyorlar.
Tapınağın alt bahçesinden üst kata ahşap bir merdiven ile çıkılıyor. Bizimle gelen diğer beyaz gezginler herhalde daha çok silindir çevirip daha çok sevap kazanmak için dua alanında kaldılar.
Ben rahiplerin peşi sıra merdivenlerden çıkıyorum.
Üst kat dört tarafı açık veranda olan ortada her tarafı camekânlı bir oda.
Verandanın duvar kenarına sığınmış, Himalayalardan akıp gelen derelerin kenarlarında yetişen sazlıklardan yapılmış kuru hasırların üzerindeki Budist Rahiplerin yanında geçip gidiyoruz.
Rahipler iki ellerini avuç içlerini birleştirerek parmak uçları göğe bakar halde, yerde oturan arkadaşlarına eğilip selam veriyorlar.
Ben sadece peşlerinden yürüyorum.
Bazı yerlerde hasırların üstü kilimler ile kaplı. Herkes eşit şartta oturmuyor.
Hava soğuk. Zannedersem on beş derecenin altı.
İyi ki polar yeleğimin üstüne montumu da almışım. Bağdaş kurup oturmuş tüm rahipler çıplak ayak. Benim çoraplarım olmasına rağmen her tarafı açık sandaletlerim olduğundan ayaklarım üşüyor.
Bunlar gibi çıplak ayaklarına geçirdikleri parmak arası terlikleri ve çıplak bacaklarını gördüğümden içlerinde hiçbir kıyafet olduğun zannetmediğim iç çamaşırlar üzerine geçirdikleri bordo pelerinleri ile burada olmayı, şimdilik kabul edebilecek halde değilim.
Camekânlı iç mekâna geçen kapı önünde bir kuyruk var.
Rahipler, kapı önünde kuyruğun bitmemiş olduğunu gördüklerin de yüzlerindeki gerginlik kayboluyor.
Geç kaldıklarını içeridekiler fark etmeyecek.
Korku eşliğinde geldikleri yüzce güce geç kalmamışlar ki sırıtabiliyorlar.
Saat altıyı yirmi geçiyor.
Kapı girişi ufak. İki kişi aynı anda geçemiyor.
Sanki cami içinde bir grup cemaat içinden geçip mihrapta namaz kıldıran imamın önüne gelecek gibiyiz.
İçeriden sesler geliyor.
 - Omm… Ommm... Ommmm...
Sıradakiler söylemedikleri için ben de söylemiyorum. Yerde oturanlar öne arkaya zikir ederken mırıldanıyorlar.
 - Omm… Ommm... Ommmm...
Kapı ardında ki iç mekândan, daha kuvvetli gelen “Om” seslerinin adından gelen ardışık üç davul sesi ile irkiliyorum.
Önümdeki rahipler etkilenmeden yerdeki arkadaşlarına selam vermeye devam ediyorlar.
Artık ben de onlardanım ve onlar gibi elim önümde iki avucum içi birleşik, parmak uçları göğü gösterir halde iken selam veriyorum.
Tek farkım; ben bir beyazım, saçlarımı kazıtmamışım, üzerimde bordo pelerinim yerine mavi bir mont var.
Kapıdan peşi sıra girdiğimde, sol tarafımda boyum büyüklüğünde iki davul, davulu her an vurmaya hazır iri kıyım iki rahip, sanki bir işaret aniden gelecekmiş gibi sağ ellerinde ucu kocaman topuz bulunan tokmağı tutarken her an davula vuracaklarmış gibi hazırda bekliyor.
Davulların yanında iki metreyi geçen üç boynuz borazanı ve başında hareketsizce bağdaş kurup oturmuş birer rahip.

Sağ tarafımda omuzun seviyesinde bir sahne, sahnenin üzerinde altın bir Budha heykeli, üzerinden yüzlerce tespih, binlerce sarı, turuncu çiçekler.
Rahipler bu sefer Budha’ya dönüp gözlerini yere çevirip, başlarını da eğerek onu selamlıyorlar.
Karşı köşede, yüzleri daha sert ve başka seviyede bir ekip olduklarını göstermek istercesine dışarıdakiler göre daha bakımlı ve temiz bordo pelerinli beş altı rahip, her on kişi Budha’nın önünde geçtikten sonra bir koro edasıyla “Om” çekmeye başlıyorlar.
Ve üçüncü Om biter bitmez başlayan üç el davul sesi, tüm tapınakta yayılıp kulaklarımızı sağır edercesine yankılanıyor.
Sabah beni uykumdan uyandıran davulları artık görebiliyorum.
Dua edenlerden bazıları tam Budha’nın karşısına geldiğinde önce benzer selamını veriyor ve sonra ona arkasını dönmeden yerde eğilip geri geri çıkarken birden yere yatıyor ve avuç içleri birleştirilmiş ve parmak uçları göğe bakar halde, elleri Budha’ya doğru uzatılmış yüzükoyun yere uzanıp ona tapınmaya başlıyor.
Tavandan asılı kafam büyüklüğündeki Alaattin’in Sihirli lambası gibi tüten tavan tütsülerinden yayılan dumanlar tapınağa yayılırken Budha’nın ağız seviyesine geldiğinde oradan çıkan sürekli bir nefes ile etrafa dağılıyor.
Ortamın keskin kokusu genzimi yakıyor. Yutkunuyorum öksürmemek için.
Budha’ya selam duranlar geri geri uzaklaşırken yerde bazen iki, bazen üç defa eğilip kalkıyor.
Bazıları tek sefer bu hareketi yapıp, hiç arkasını dönmeden iki büklüm eğilmiş halde geri geri camekânlı odanın başka bir kapısından çıkıyor.
Budha’nın az ilerisinde tapınağın ileri gelenleri, yine bordo pelerinli ancak bazı yerleri işlemeli kurdeleli kıyafetleri ile hiç kımıldamadan önünden geçenleri, hani iyi dua edene puan vereceklermiş gibi dikkatli seyrediyor.
Bir ara bende yerde eğilip birkaç kere sürünmeli miyim diye düşündüm. Neyse ki her rahip yapmadığını görünce içim rahatladı.
Hala, duygusal benliğimden kurtulup arzulu aklımın sınırlarına ulaşamadığım belli…
Dinden dine, mezhepten mezhebe, imamdan imama, rahipten rahibe, insandan insana değişen bu tapınma şekilleri aralarından ufak farklılıklar gösterdiğinden bana da çok uzak olmayan bu inanca saygı duyduğumdan, ben de en azından Budha önüne gelip ona iki elimin avuç içlerini birleştirip parmaklarımı göğe çevrili halde, o toplumun değer verdiği inanca saygımı sunarak, geri geri çıktım ve kapı önünde diğer rahiplerin yanına bağdaş kurup oturdum.
Davulların ardından boynuzlu borazanların uzun uzadıya çalmaya başlamasıyla bizlerde hep birlikte derin derin nefes almaya ve vermeye başlıyoruz.
Beşe kadar sayıp nefes alıyor, sekize kadar sayarak daha yavaş yavaş nefes veriyoruz.
Biz nefes alırken içerideki boynuzlu borazanın başındaki bir rahip de nefes alıyor ama diğer ikisi nefes verdiğinden borazanın sesi hepimizin içine doluyor.
Önce ciğerlerim genişledi, sonra sanki dalağım, sonra karnım sonra da karaciğerim.
Sonra tüm vücudum şişmeye başlıyor.
Nefes alışımız bittiğinde, bu sefer bizler nefes verirken o tek borazan ötmeye başlıyor bu arada diğer iki borazancı nefes alıyor yavaş yavaş. Ve ardından aldıkları nefesleri daha yavaş borazandan büyük bir uğultu çıkartarak veriyorlar.
Bir ara üç borazan aynı ana denk geldiğinde, borazanların nefeslerinden yeterince şiştiğimi düşünüp şimdi göğe doğru içi sıcak hava dolu bir balon gibi havalanacağım zannettim.
Üzerimde hiçbir kıyafet yokmuş gibiyim.
Hiçbir düşünceye sahip değilim o anda.
Tek fark edebildiğim nefesimi alış verişiyle şişen göbeğim, bir arada çalan borazanların tınısı, bir de ortalığı kaplamış tütsülerin kokusu.
Borazanlar kesilince davul sesleri başlıyor. Arka arkaya çalıyorlar ve her davul sesi kesildiğinde öncekilerden daha sık ve daha hızlı Ommmmmm, çekiyoruz.
- Ommmm - Dumm! Ommmm - Dumm! Ommmm - Dumm!

Omm; Hayvansal benliğimiz ile beslenen enerjitik benliğimizin üzerinde var olan duygusal benliğimizden, kısacası yaşamsal egolarımızdan, dünyevi yaşamın ihtiyaçlarından kopup, Kama Manas’a yani Arzulu Akıl yolumuza geçmek için kullandığımız bir mantra, bir yakarıştır. Hindu ve Budist inanışlarda ki on iki ayetin olduğu Mandukya Upanishad'da olduğu söylenir. “OM Mantrası”, derin bir çalışmaya, tartışmaya, düşünmeye geçişte zihinlerin dünyevi arzulardan uzaklaşmak için sadakatle ve dikkatli bir şekilde dile getirilen bir yakarıştır. “OM Mantra”, Samadhi, yani Tanrı ile bir olma, yani kendi özümüz ile olma haline geçmemiz için en pratik bir araçtır. Bizler mayaların, yani dış dünyadaki deneyimlerimiz ve egolarımız etkisinde Tanrıyla, bir diğer deyişle “kendi özümüz ile” bir olma haline geçmemizi engellemekteyiz. Bizler, bu gerçeklikleri göremediğimiz uykulu/aktif bilinçsiz halimizden uyanık/bilinçli zihin durumuna geçişimiz esnasında üzerimizdeki örtülü/bilinçsizlik halimizi kaldırmak için “OM Matrasını” kullanarak (her ulvi inanışın kendisine ait bir matrası yani yakarışı vardır) Samadhi; yani Tanrıyla bir olma, yani kendi özümüz ile birlik olma halimize geçiş yapabiliriz.
Sesler durmadan devam ediyor ve tüm tapınağı kaplıyor.
 - Ommmm - Dumm! Ommmm - Dumm! Ommmm - Dumm!
Vücutlarımız kımıldamıyor sadece beynimiz dilimize emir veriyor gırtlağımızda çıkan sesler ağzımızdan etrafa yayılıyor.
İç mekânda Sanskritçe dualar okunmaya başlayınca dışarıdaki herkes sustu. Ben zaten konuşamıyorum kimse ile.
Tek derdim kendi iç sesimle atışmak. Yaşarken diğer dünyayı fark edebilir miyim diyerek etrafı gözlemlemek ve kendimle konuşmak.
Tüylerim kabarıyor birden. İç sesimle sessizce konuştuğum sesim titremeye başlıyor. Gözümden bir damla yaş geliyor. Silmiyorum. Yanağımdan kayıp bağdaş kurduğum sağ dizimin üstüne düşüyor.
Ayin bitince elinde tencere taşıyan genç bir rahip ile yerde oturanlara pirinç lapası dağıtmaya başlıyor. Ben de, kendi tasımı getirmediğimden tasları olamayanlara verdikleri plastik bir kapla alıyorum.
Artık buraların tüm bakteri ve virüsleri le daha da haşır neşirim.


Pirinç lapası dağıtanın arkasında da bir başka orta yaşlı, ama biraz önce içeride gördüğüm işlemeli kurdeleli pelerinli olanlardan bir Rahip elinde bir deste para ile her bir müridin yanına gidiyor ve eline yüz rupi veriyor.
Lapayı aldımsa da bana da uzatılan, Tapınağa dua etmeye gelindikçe her sabah yaşantılarına katkı sağlasın diye Tibetlilere dağıtılan parayı almıyorum.
Din ile dinsizlik arasında gidip gelirken, duaların mırıltılarında ve davulun, borazanın sesinde rahatlamak,
Rahatlığımın etkisinde hiçbir dünyevi varlığı algılamamak, hiçbir endişe ve arzuyu duymamak,
Kendi içimde bir birlik benliğimin var olduğumu, kalabalık içinde bedenimin bir hiç olduğumu kavrayıp, kendi özümü düşünmek, bana yetiyor.
Tüm rahipleri orada bırakıp hostele gelip, sırt çantama öğle yemeğimi koyuyor ve üç - dört saat süreceğini umduğum yürüyüş ile Himalayalara doğru hedefime ulaşmak, kendi özüme, kendi arzulu aklımı yaşamak için yürüyorum, yürüyorum, yürüyorum…
Yolda hep soruyorum kendime.
“Neden beni rahatsız edip mutsuz olmama neden oluyor bu bakteri ve virüsler?”
Birkaç kez ölümlünün yok oluşunu görmüş olmama rağmen yaşamın salt bu dünyaya ait olduğuna öyle inanmışım ki, ölümün sonrası sadece Cennete ya da Cehenneme gitmenin doğallığını öylesine içselleştirmişim ki, yoktan var edilmediğine göre var olan ben de yok olmayacağımı sadece bir dönüşüm yaşayacağımı kabul edememişim.
Beynimin gelişim süresinde öğrendiklerimle, dış dünyamın mayalarında oluşturduğum duvarlarımı yıkamıyor, sanki sonsuza dek bu “dünya vücudumu” koruyabilecekmişim gibi, kendimi bilinçsizce korumaya alıyorum.
Düşüncelerime göre vücudumu korumaya almasını zihnim kabul etse de bilincim kabul edemiyor. Oysa bilincin kabul etmediği hiçbir şey de gerçek değil.
Daha oluşmamış bir şey için vücudumun kendi koruma mekanizmasını çalıştıran ve beni olması gerektiğinin dışında davranmama neden olan, üstüne üstelik “gerçek de olmayan” düşüncelerimden utanıyorum.
Biliyorum ki; ben kendimi, kendi özümde yaşatabildiğim sürece varım.
Kendi özümü kaybettiğimde başkalarının mayalarında yaşam sürdüren bir virüsten ne farkım olabilir ki?
Şimdi;

Rüyamda ki yerdeyim.

Üç bin metrede, bir tepenin üzerinde oturuyorum. Uzakta karlı dağlar var. Rüzgâr olanca hızıyla esiyor. Arkamda, üst üste taşlar konarak oluşturulmuş yol üstü tapınağından sesler geliyor. Kafamı çeviriyorum, kimseler yok. Bir ışık parlıyor karlı tepenin ardından, gözlerimi alıyor. Anlık olarak kararıyor her yer. Hiçbir şey görmüyorum.
Sesler gelmeye devam ediyor.
Omm…Ommm… Ommmm…
Dumm! Dumm! Dumm!
Gözlerimi birkaç kez açıp kapatıp kırpıyorum. Sonra burada olduğuma emin olmak için kocaman açıyorum gözlerimi

Zirvedeyim. Himalayaların eteklerinde bir tepede zirvedeyim.

Kol saatime bakıyorum. On altıyı beş geçiyor.

Şubat 2016