Amritsar'ın süt kokulu tapınağı



Yoldaki yaşama adım atmak için bugün sabahın dördünde kalkmıştım.
Şimdi Dhramsala’dan bindiğim otobüsle Amritsar’a girmek üzereyiz.
Google maps’ten baktığımda dört buçuk saat sürdüğünü görmüştüm ama koltuk pencerelerinin tümü açık bir otobüste sekiz saattir yoldayım.
Neyse iyiyim bu sabah…
Evvelsi gün dağlara yaptığım sekiz saatlik yürüyüş sonrasında kendimi halsiz hissedip yürüyüşte üşüttüm herhalde diyerek, döndüğüm McLeon’daki hostelin alt katında, bakkalın kapısı önüne koyduğu odun kömürü ile ısıtılan semaverden bir masala çayı almış, içimi ısıtarak içip yatmıştım.
Yatmıştım yatmasına da gece ateşim çıkınca sabaha kadar terleyerek uykusuz bir gece geçirdim.
Bildik hikâye benimki, her gezide mutlaka hastalanırım…
Önce gece başlayan terleme ve yükselen ateş endişemi arttırdı. Sürekli su içerek ve ter atarak geçirdiğim gece sonunda sabaha doğru sızmışım. O günü, yani dünü neredeyse hatırlamıyorum.
Hindistan sonuçta Batılılar için bakterileri, virüsleri bol olan bir ülke. Buraya gelmeden, Hudut ve Sahiller Sağlık Genel Müdürlüğünün web sayfasında Hindistan için tavsiye edilen tüm aşıları olarak yola çıkmıştım.
Olmuştum aşıları olmasına ama unuttuğum bir şey vardı.
Her bölgenin kendi beslenme zincirine bağlı oluşan bağırsak bakterileri farklı olduğundan, benim bağırsaklarım da daha bunlara alışmadığından, böyle farklı coğrafyalara her geldiğimde, çoğu insan gibi beş veya altıncı günü “bakterilere alışma imtihanından” mutlaka geçerim.
Eh ben de, otuz saate yakın yataktan kalkmadan sadece normal su ya da maden suyu içerek ve yanıma aldığım naan denilen kuru pideye benzer Asya ekmeğini, mısırlı ton konservelerime katık yaparak, enerji versin diye de kuru üzüm yiyerek geçirip durumu atlattım.
Sürekli kendime duygusal büyü yapıp “İyileşeceksin, İyileşeceksin” diyerek geçirdim o saatleri.
Kendi kendime totem yapıp egomu tavam yaptırıyordum. Beni iyileştirecek tek doktorun ben olduğumu bildiğim bu coğrafyada vücuduma dinamik tutacak yiyecekler sokarken, ruhumu da zihnim yoluyla enerjik tutmaktan başka yapabileceğim bir şey yoktu.
Bu arada bol bol naneli ve zencefilli limon suyu da içmeyi ihmal etmedim. Yeni yeni tanıştığım Hint bakterileri, ev sahibi olan eskilerini kovup bağırsaklarıma yerleşmek isteyince gece başlayan ve sabah biten ishalimi de birkaç muz yiyerek geçirdim.
Yalnızlık bir tercih olduğunda, yalnız yolculuk yapmanın endişelerini ve zorluklarını  istememe hakkım olmadığını çok iyi biliyorum. Bu yüzden kendime daha iyi bakmaya özen göstersem de gene de vücudum bildiğini okuyor.
Neyse merak etmeyin, iyileştim.
Yoldaki yaşama adım atmak için beş saatlik yolu sekiz saatte alacak hale bile geldim. Otobüs içinde yirmi kadar Pencaplı ile de Amritsar’a girdik bile.
Amritsar, Hindistan’ın kuzey batısında, hemen hemen her ülkenin batı şehirleri gibi diğer bölgelerine göre daha ileri seviyede yaşam şartlarının olduğu, Pencap eyaletinin en büyük şehri ve Sihlerin Hac yaptıkları Altın Tapınağın olduğu bir din merkezi.
Buralarda din, bir yaşam biçimi ve her eyaletin kendine özgün örf ve adetleri içinde yaşanmakta.
M.Ö 1000’li yıllarda yazılmaya başlanmış, yüz bin beyitten oluşan Hint Destanını Mahabharata’nın dinsel tınıların işlendiği Bhagavad Gita bölümünün XVII. Doğa ve Can kısmında;
… Alçak gönüllü olmak, doğru olmak,
Canlı öldürmemek, haddini bilmek,
Öğretmene saygı duymak, yücelmek,
Nefsini yenmek kendine gelmek…
şeklinde belirttiği gibi, hiçbir Hintli kendisine süt veren ineği, keçiyi, koyunu diğer toplumlarının kesmesinin nedenini bir türlü anlamadığından;
… Doğanın ve doğa içindeki canın,
Anla bunu, yok başlangıcı sonu,
Türlü türlü türlerin türemesi,
Doğa içindeki oluşumlardır…
şeklinde, her canlının bir dönüşüm içinde bu dünyaya geldiğini ve devinimi tamamlayan canlının Nirvana’ya ulaşıp, “Canı veren de, alan da Tanrılardır, biz Tanrı değiliz.” diyen Hintliler, sinek, böcek, yılan, fare maymun, domuz dahi hiçbir canlı hayvanı öldürmeyi kendilerine yediremezler.
Bu yüzden Hintlilerin neredeyse tamamı vejetaryendir…
Elbette inekler burada baş tacı edilen kutsal hayvanların en başında geliyor.
Otobüsten iner inmez karşıya geçmek için caddeye adımımı attığımda, ben daha ters trafiğe alışmadığımdan önce sola bakıp sağdan gelen arabayı görmediğim için yolun karşı kenarında yatan ineği rahatsız etmek istemeyen şoförün arabasını hızlıca şerit değiştirip üzerime sürmesinden son anda kurtuluyorum.

Buralarda yolda, kimin daha öncelikli olduğunu yavaş yavaş anlayacağım…
Halkın, sokaklarda gezinen ineklere saygısı, farklı coğrafyalardaki farklı öğretilerin beyin gelişiminde ki etkisini aynı anda hayata bakışımızda ki farklılığı da ortaya koyuyor.
Dünkü hastalığım ve bugünkü yol yorgunluğum nedeni ile günü dinlenerek geçirmeye karar veriyorum. Kalacağım hostelime girerken karşı köşesinde gördüğüm lokantaya, eşyalarımı bırakarak dönüyorum.
Hindistan’ın üç eyaletinde, ikisi güneyde kalan Portekizlilerin Hindistan’a gelip ilk liman şehirleri oluşturdukları ve çok sayıda Hintliyi Hristiyanlaştırdıkları Kerala eyaleti ile II. Dünya savaşı sonrası özgür düşünceleri ile yaşayan Çiçek Çocuklarının yaşadığı Goa eyaletinde ve üçüncüsü de içinde bulunduğum Pencap eyaletinde hayvanları kesmek yasak olsa da değişen dünya görüşlerinin yanı sıra Güneyde Hristiyanlaşmanın, burada ise Sihlerin Müslümanlığa kayan taraflarının da etkisiyle, sınır ülke Pakistan’dan gelen tavuk eti yemek serbest.
Diğer tüm eyaletlerde hayvan etinin yenmesi yasak olduğundan, bir daha kolay kolay bulamam diyerek ilk defa etli yemekler satan bir lokanta görünce iki tabak tavuk suyu çorbasını naan eşliğinde içerek karnımı doyuruyor, eksik kalan uykumu tamamlamak için hostelimdeki yatağıma dönüyorum.
Akşamüzeri kalkıp bu sefer acılı zencefilli bir karnabahar yemeği yiyip, iyice terlerimi atıp tekrar yatağa kendimi bırakıyor hem yol hem de dünden kalan rahatsızlığımın yorgunluğunu giderip ertesi güne Hindistan’a hem bağırsaklarımla, hem de dinlenmiş vücudumla alışmış olarak tekrar “Merhaba” diyorum.
Bugün altıncı günüm.
Hostelde, Amerika kıtasından Kanadalı bir çift ve Orta doğunun İsrail’inden üç kişilik grup gezen üç kız ve benim gibi tekil bir iki Avrupalı gezgin var.
Hala bir Türk gezgin ile karşılaşmadım.
Oysa bu ülkeye her gün Türkiye’den bir kaç uçak iniyor ve birçoğu turist olarak Hindistan’da geziniyor ama içlerinden “sırt çantalı gezgin bir Türk” neredeyse çıkmıyor.
Sayımız çok az...
Daha bebek yaşlardan itibaren korku beslenerek, “Onu yapamaz! Bunu edemez! O daha çocuk! Sınıfını geç, okulunu bitir, üniversiteye gir, bir baltaya sap ol, işe gir, çeyizlik düz, evlen, ev al, araba al, sonra bir torun yap biz ona bakarken sen istediğini yaparsın…” diye el bebek gül bebek yetiştirildiğimizden, evlerimizdeki konforu biz terk etmek istesek ailelerimiz izin vermediğinden, ileri yaşlarda yapmaya kalkıştığımızda da konfor alanımızı terk edecek merakımız artık köreltildiğinden pek tabi ki buralara gelen sırt çantalı gezginimiz de az oluyor.
Ben de korkular konusunda çok farklı değilim ama her gezimde bu öğretilerimi yenmek ve onları geçirmek adına girişimlerde bulunuyor, kendimce bir kademe atlamanın yollarını arıyorum.
Onca gezi yapmış olsam da hala içimde yaşamsal endişeler taşımıyor değilim. Burada Hintliler ya da birkaç aydır gezinen gezginler gibi sokaklara terlikle değil botlarımla çıkıyor ve hala akşam dönüşte yolda üzerine görmeden bastığım inek dışkıları ve üreleriyle kaplı botlarımın çalınma riskine rağmen otel odamın kapı kenarında ki bir yere zincirleyip içeri almıyorum.
Hasta olup yatacağım ya da buralarda ölüp kalacağım hissinden çok başladığım geziyi bitirememek, buraları yaşamamak en büyük endişem.
Planlarımdan tavizler verecek bir halde değilim. Zira en az otuz beş senedir hayal kurduğum bir coğrafyaya, o gençliğimde dendiği gibi ” Sınıfımı geçmiş, okulumu bitirmiş, bir baltaya sap olmasam da, bir sapa balta olmuş, evlenmiş, sonra bir torun yapmış ve o torunu da onlara bırakmayıp onu da yanıma alarak gezdim…
Ama şimdi sıra kendime geldiğinden emekli olup kendime elli yaş hediyesi olarak bu geziyi armağan ettim.
Ellinci yaşımda Hindistan’da elli gün yaşayacağım.

Şimdiye kadar gezindiğim, Haryana, Himachal Pradesh eyaletleri üzerine, önce burasını, Kuzey Batı Hindistan’da ki Pencap’ı sonra sırasıyla Rajasthan, Uttar Pradesh, Andhra Pradesh, Tamil Nadu, Kerala, Karnataka, Goa, Maharashtra eyaletlerinde gezineceğim.
Buralara gelirken “Hintlilerle Hintli gibi nasıl yaşarım” endişesine sahip olsam da, dönerken bu endişemi kaybetmiş üstüne ek olarak onların okuduğum kitaplarında ki ilahi duygularından beslenmiş olarak dönmeyi umuyorum.
Belki Nirvana deneni anlar, belki o çocukluğumda ölüsünü ateşe atıp yaktığım karafatmanın ruhumda açtığı yarayı azıcık da olsa kapanmasına yardımcı olabilirim.
Sabah mahmurluğumu atıp Hostel Sahibemiz, Shahid’in sıcak sıcak sunduğu Masalalı çayı içiyorum.
Karnım aç.
Demek ki kendime gelmişim ve dünyevi ihtiyaçlarım aklıma geliyor. Çayımı bitirir bitirmez gene karşı lokantaya gidip güne patates ve karnabaharla yapılmış bol zencefil ve zerdeçallı bir menemen ve yine yanında bir masala çayı içerek başlıyorum.
Bugünümü tümüyle Altın Tapınak’a ayıracağım.
Altın Tapınak, dünyadaki diğer tüm dini mabetlerin aksine merdivenle çıkılan bir yüksekte değil, alçakta.
Yirmi kadar basamak ile inilerek girilen geniş kapısından girmeden önce ayakkabılarımı girişte bir oda içinde yan yana konulan raflara bırakıp bir numara alarak diğer başka kapıdan çıplak ayak, içinde su dolu bir ayak temizleme havuzundan geçerek ilerliyorum.
Yerler o andan itibaren beyaz ve ıslak mermere dönüşüyor.
Denilene göre, Pencaplılar, Ganj vadisinden doğan Hinduizm’in en değerli yargılarını, Himalayalar’a çıkan Budha’nın felsefesindeki en etkin düşüncelerini ve komşu Müslüman Pakistan’ın İslam inanışlarının en güzel taraflarını almışlar ve dünyayı kucaklarcasına, Orta Hindistan da ki Hinduların tapınaklarına, Müslümanların da camilerine kendi inanışları dışındakileri pek sokmak istemeseler de, Sihler, aksine buraya herkes girebilsin diye Altın Tapınağa tüm evreni kucaklarcasına dört giriş kapısı yapmışlar.


Ben, kuzey kapısından Ganta Ghar Deori denen Saat Kulesinin bulunduğu görkemli kapısından giriyorum.
Ana kapıya kadar yerde sürekli akan bir su var. Yürüdükçe ayaklarımın altını temizliyor. Kapı eşiğine yaklaşırken sürekli su akan ıslak bir halı beni karşılıyor. Sanki tabanlarımın ölü derileri de temizlenir gibi bir topuk taşı üzerinde yürür halde ilerliyorum.
Kapı eşiğine gelince ikinci defa başka bir ayak yıkama havuzundan geçip yine ıslak halılarla kaplı merdivenlerden aşağıya doğru inmeye başlıyorum.
İlk defa bir tapınağa göğe doğru çıkmak yerine aşağıya doğru inerek giriyorum.
Bu özelliği ile Altın Tapınak dünyada bir tek.
Dini inanışların insanın üzerinde olmadığını, insanlığın her düşüncenin üstünde bir varlık olduğunu gösterircesine, Altın Tapınak ve havuz alanı yirmi basamak yerin altına inşa edilmiş.
Kapıda sarıklı iki Sih koruyucu sarı sarilere sarılmış bedenleri, elinde yere dikine koydukları mızrakları ile beni karşılıyorlar.
Pencap’lı olsun olmasın, herhangi bir Hintli, doğuştan Sih olmadığı için, isteyen sonradan ileri yaşlarda olabiliyor, Sih olmaya karar verdikleri andan itibaren, her erkek kafalarına sardıkları sarıkları içinde kesmedikleri saçlarını toplayarak saklıyorlar.
Tabi ki sakallarını ve vücutlarında ki hiçbir diğer kılı da kesmediklerinden, uzun sakalları ile karşımda iri yarı adamları görünce çekinmiyor değilim ama suratları çok da sert görünmüyor.
Hatta gülümser haldeler…

Sihler gerek Hindistan’ın içinde, gerek dünyanın başka ülkelerinde sarıkları ile askerlikten devlet memurluğuna, öğretmenlikten din adamına, sokak işportacılığından bir fabrika yöneticisine kadar her daim, her türlü işte çalışanlarını görmek mümkün.
Özellikle Londra ve New York’ta taksi şoförlüğü yapan birçok nazik Sihliler ile karşılaştığım gibi, Paris’te birçok mühendis ile de çalışma imkânım oldu. Şimdi burada da güler yüzlü halleri ile şu altı günüm içinde gördüğüm en mutlu Hintli oldukları her hallerinden belli.
Sihler tüm Hindistan âleminin hem en çalışkan hem de en mutlu ahalisi anlaşılan.
İçinde bulunduğum Amritsar şehri, IV. Sih Guru Ram Das Ji tarafından 1574 yılında kurulmaya başlamış ve V. Guru Arjan zamanında otuz yılda bitirilebilmiş.
Altın Tapınak, şehrin ortasında ve her Sih’in mutlaka girip yıkandığı yapay bir havuz içinde.
Merdivenlerden inerken masmavi “Kutsal göl” ya da “Ölümsüzlük Pınarı” denen büyük bir su havuzunun ortasında ki Altın Tapınak günün ilk ışıkları altında pırıl pırıl parlarken beni karşılıyor.
İnmek istemiyorum o son basamağı.
Öylesine durup bakıyorum ışıltılarına.
Önce gözlerim kamaşıyor. Birkaç kez kırpıyorum göz kapaklarımı. Açtığımda kalbimi çevrelemiş ve katılaşmış ruhum yerinden kopuyor, Alâeddin’in sihirli lambasından çıkan cin misali etrafımda bir tur atıp yere merdivenlere oturacakken birden havalanıyor, salına salına gölün üzerinde sanki her an suya değecekmiş gibi uçuşup karşımda ki Altın Tapınağın tamamı altın olan kapısından bir kelebek gibi içeri giriyor.
Yerler süt beyazı mermer, çıplak ayakla yürüyor herkes.
Kimsenin kimseyi geçmeye çalışmadığı, itelemediği bir cennet bahçesinde dolanır gibi yürüdüklerinden ben de Tapınağa doğru son adımımı, yavaş yürümeyi unuttuğumdan hızlı yaşayıp geçtiğim yıllarımı anımsayıp korka korka atıyorum.
Ağır adımlarla onlar gibi yürüyor, gölün etrafını tavaf ediyorum.
Göle kıyı yürüme yerlerinde çoğunlukla birileri yoga yapıyor, etrafta da bir dua sesi yankılanıyor, içimi ferahlatıyor.
Tapınağı, Sihlerin kutsal kitabı Baba Granth Sahib’yi okuyanların yaydığı ilahiler kaplamış halde. Bu kitap burada yirmi dört saat durmaksızın okunuyor.
Bu Kutsal Kitap da diğer eşyalar ve binanın dış duvarındaki süslemeler gibi altın iplikten yapılma harfler ile yazıldığından paha biçilmez seviyede.
Ancak onun ekonomikliğinden çok ruhaniliği çok daha değerli.
Sihlerin Hindistan’da ki nüfusunun otuz milyon olup burayı ziyaret eden sayısı ayda üç milyon… Delhi’ye gelen turist sayısının ve Mekke’ye giden Hacı adayının bile yılda anca üç milyon olduğu göz önüne alındığında Altın Tapınağın Dünya ve Hindistan için ne kadar anlamlı bir yer olduğu hemen anlaşılıyor.
Altın Tapınak sadece Sihlerin değil, her dinden, her milletten insanı sorgusuz sualsiz kabul ediyor.
Ben de bu ruh âleminde uçar adım gezinirken, sağ taraftaki kuyruğu görüp giriyorum.
Burada her şeyin bir kuyruğu var. Mesela Baba Granth Sahib’ kitabını, bağış yaparak, hatim indirilmesini istiyorsanız altı yıl beklemeniz gerekiyor…
Tapınağın içindeki örtüsü günlük değişiyor. Ve hani bir günün örtüsünü ben bağışlayayım deseniz bile, bir örtü bağışlamak için de en az bir yıl beklemeniz gerekiyor.
Ben buralarda o kadar kalamayacağım için birkaç çeyrek saate bitecek kavrulmuş çam fıstığının unla karışmış kokusunun, önünde bekleyenlerin üzerinden geçip tapınağa yayıldığı bir kuyruğa girip sıramın gelmesini bekliyorum.
Çok değil iki çeyrek dakika binlerce Hintli ile sırada bekleyip avucumu açarak dua eder gibi elimi uzatıp tek ama sol avucuma bir yaprak içinde bir kepçe konan helvamı alıyorum.
İsteyen buraya bahşiş veriyor.
İsteyen derken neredeyse herkes on rupiden az olmamak şartı ile bir para bırakıyor. Bu kuyruk ufak bağışlı olan ve alınan helvanın yenildiği kuyruk.
Daha çok bağış vereceklere de ayrılmış bir başka pencere var. Oraya yapacağınız, hani başımın gözümün sadakası olsun diye elli, yüz rupi üzeri verecekseniz ki buranın kuyruğu da hayli uzun, bağışınız sonucu size bir tas içinde helva veriyorlar ve siz o helvayı alıp az ileride çok daha kalabalık bir kitleye bağışsız, bedava dağıtılan bir kazanın içine götürüp döküyorsunuz.
Bu sayede bağışınıza karşılık helvanızı dağıtması için birilerine veriyorsunuz.
Bu kazan o kadar büyük ki, bir yandan doluyor bir yandan boşalıyor. Dağıtılması için kişilerin getirdiği taslardaki helvalar yetmediğinden ara ara, benim de sıraya girip helva aldığım, on’ar rupilik bağışlar verilerek üretilmiş helvalar buraya tepsi içinde getiriliyor ve kazan içine görevlilerce, görevli demem de pek doğru değil ya, buraya günü birlik gönüllü çalışmaya gelmiş insanlarca taşınıp bırakılıyor ve birileri de karşılıksız olarak helva yiyor.
Zenginin de, orta hallisinin de, fakirinde eşit şartlarda kuyruğa girip helva yediği bir yerde olmak bana mutluluk veriyor.
Ayrımcılığın güzel bir şekilde yok edilmesi buranın ruhani haline çok yakışmış.
Helvamı yiyip havuz etrafında bir tur daha atıyorum hiç acele etmeden.
Göle giren yaşlı bir teyzeyi seyredip, Altın Tapınağı kıble etmiş bir başka amcanın birkaç metre ilerisine beyaz mermerlere oturup yogasına eşlik ediyorum.

Saatler geçip gidiyor.
Güneş tepemize geldi. Karnım acıktı.
Birkaç çeyrek dakika ışıl ışıl parlayan tapınağa bakıp önce yogamı sonra da turumu tamamlayıp, herkese gibi tapınağın yemek servisi yapılan, mutfak çalışanından, servis edenine, tabakları yıkayanından yerleri silene kadar herkesin günü birlik gönüllü olduğu bu mekâna yöneliyorum.
İster önce yemek yiyip sonra gönüllü ol, ister önce gönüllü ol sonra yemek ye, ister sadece gönüllü ol, istersen de sadece yemek ye…
Hepsi var burada.
Herhangi bir işi bir kenarından tutarak gönüllü olmak için kendimi yerleri silenlerin sırasına sokuyorum.
Sürekli akan, Ravi nehrinin suyu ile beslenen temiz suda yıkanmış bir yer silme paspasını, temiz bir kovaya koyup elime alarak önümden gidenlerin peşine takılıyorum.
Birkaç katlı binada yerde yemek yiyen Hintlilerin yemek yerken yerlere dökülenleri önümdeki mavi tülbentli genç bir Sih, elinde taşıdığı kısa saplı bir çalı süpürgesi ile diğer elindeki metal faraşa itekliyor. Ben de ardından, yan sıradakilere bakıp az biraz kopya çekerek, önümdekinin süpürdüğü yerleri saplı paspas ile siliyorum.
Islanan yerleri arkamdan daha kuru bir paspas ile kurulayıp gelen birisi var. Yerler kuruyunca bağdaş kurup oturulacak çuval ipliğinden yapılmış uzun bir yer yolluğu serilecek.
Her gönüllü, yan yana otuz kadar insanın oturacağı yerde görevini yapıyor ve süpürgesini, faraşını, yer silme, kurulama paspasını ve kovasını aldığı yere götürüp geri bırakıyor.
Her şey bir düzen, bir ahenk içinde.
Sanki bir ölümlünün en kısa zamanda toprağa gömülmesi için, yıkanması, kefenlenmesi, duasının yapılması, tabuta konması, camiye götürülmesi, cenaze namazının kılınması, helalliklerinin verilmesi, mezara kadar sırtta taşınması, mezar yerinin açılması, mevtanın içine konulması, üzerine toprak gelmesin diye tahtaların yerleştirilmesi, toprağın örtülmesi, kabir duasının okunması ve üzerine bir kova suyunun dökülüp hadi bize eyvallah dercesine mezarın terk edilip gidilmesi kadar kısa, bir o kadar anlamlı ve çok ama çok daha mistik…

Üç katlı binanın giriş katındaki gönüllü çalışmam bitince, yerler tam kuruduktan sonra serilecek olan yolluğu yere yayacaklarını beklemek yerine, benden önce aynı şeylerin yapıldığı ve yere yemek yaygısının serildiği bir üst kata çıkıyorum.
Geniş kata gelenler boş bulduğu yere değil de camide imamın arkasından saflarını sıklaştıran müminler gibi sıra sıra durup yer yaygısına bağdaş kurup oturuyoruz.
Ortamda tarçın kokusuna karışmış yasemin tütsüsünün kokusu var. Pencere kenarlarına yerleştirilmiş isli yanan yağdanlıklardan yayılan dumanı gözüme çarpıyor.
Aç geldiğim dünyada tok gidemeyeceğimi biliyorum ama gene de karnımın açlığını bastıracak bir şeyler bekler halde ona yakarır, dilenir gibiyim de dilenmekten iğreniyorum, kendimi güçsüz hissettiriyor, acizliğimi suratıma vurmaktan başka ne işe yarar derken zaten varlığım bana bile ait değil ki, bir dönüşüm içinde geldiğim bu dünyadan insan müsveddesi olarak geçip gideceğim de, bari geçerken müsveddeden en azından gerçek bir insana dönüşebilme şansını yakalasam, tekrar bu dünyaya gelip aynı acıları aynı sıkıntıları aynı hedeflere ulaşma arzuları edinmesem ne iyi olurdu ama o kadar az dua ettim ki yaratana, bir rüşvet pazarlığı gibi geliyor ona dua etmek, hani beni iyi et / sen beni düzelt ben sana dua edeceğim demek sanki o beni yaratanın gücüne hakaret eder halde hissediyorum kendimi, sanki o yüce güç bu sonsuz evreni, beni bir ahenk içinde yaratmamış da, benim ona ihtiyacım yok da onun benim duama ihtiyacı varmış gibi onun varlığını düşünmek, bunca gücüne karşı kendimi ondan güçlü zannetmek, onun gücünün varlığını kanıtlamak için dua edince yapacak mı yapmayacak mı diye onu sınamayı kabul edemiyorum da, o beni nasıl yaratmışsa, nasıl olmamı istemiş ise, benden başka yarattıklarına nasıl örnek olacaksam, hayatta nasıl bir görevim varsa zaten o olacağımı kavramak için beni kendisine yaklaştırıyor ve işte o zaman ben yani o beni daha gerçek bir ben yapıyor, onu seviyorum ama ona tapamıyorum, “o” benim ve “o” benim içimde, ancak onu sevdiğim sürece kendimi sevebiliyor, kendimi sevdikçe de kalbimi saran nasırlaşmış ruhumu şimdi olduğu gibi ancak dışarı çıkartabildiğimde onunla daha samimi olabiliyor, onunla o zaman dost olabiliyorum, o zaman ben o, o ben olabiliyorum...
Zira o beni yarattığında tek istediği, benim onu görebilmemdi…
Birisi önce “lenger” dedikleri içi boş bir metal tas bırakıyor önüme.
Sağımda babası ile gelmiş sekiz-dokuz yaşlarında bir erkek çocuk ama ikisi de Sih değil, solumda ise yaşı seksenleri geçmiş her derisi kırış kırış bir dede, otuz kadar kişi arkamda, bir o kadarı ile aynı sırada ve bir o kadarı da önümde sırada bağdaş kurmuş oturuyoruz.
Bağdaş kurmayı hiç sevemedim, anneannemin evine her gidişimizde gecenin on ikisinden anca varmış olsak da sıcak soba kenarına kurulmuş yer minderine oturmaya çalışırdım ama beceremezdim. Anneannemin babası, ona büyük dede de derlerdi, o zamanlar daha doksan yaşındaydı, o akşamın sekizinde yatsıyı kılıp yatmış olsa da bizim geldiğimizi duyunca kalkar elinde bastonu ile odaya gelir benim yanıma otururdu. Bir cebinde gündüzden hazır ettiği beyaz leblebileri, bir diğer cebinde altın varakla kaplı yuvarlak metal para şeklindeki çikolatalarından birkaç tanesini elime tutuşturur, pamuk gibi yumuşak elleri ile başımı okşar, bir iki defa saçlarımı koklar sonra annem ile babama dönüp "Hoş geldiniz çocuklar." derdi. Onu en son gördüğüm bu halinden birkaç ay sonra gitmesi gerektiğini söylemişlerdi. Ve de gitmişti. Tekrar bu dünyaya dönmeyecek kadar iyi bir dedem vardı, adına herkes Büyük Dede dese de, o zamanlar leblebiye ancak bebbe diyebildiğimden benim Bebbe Dedem idi.


O zamanlar ancak bu kadarını anlayabiliyor ve sadece gittiğini kabul edebiliyordum.
Şimdi; geri gelmediğinden onun kendisinin yarattığı “Nirvana’sında” olduğundan da eminim.
Önümdeki, bizden önce dolmuş sırada her yaştan ve her kasttan bir Hintli, Hintlilerin dışında başörtülü Müslüman kızlar, kadınlar ve yanlarında erkekleri.
Hristiyan ya da Yahudi olduğunu fark edemediğim benim gibi beyaz ırktan birkaç kişiyi de eklersek her dine inanan ya da bir dine inanmayanlarla yan yana bağdaş kurmuş oturuyor ve yemek gelmesi için gözlerimiz ile yemek dağıtanları izliyoruz.
Elinde bir sepet içinde Çapati (Mayasız Hint gözlemesi) servisi yapan bir gencin dağıttığı hamur işini, yere koymadıklarından avuçlarımız göğe doğru dua edercesine açıp içine koymasını bekliyoruz.
Peşi sıra tekerleği olan bir kovayı ittirerek gelen bir adam önce tabağımıza “Dhal Makhani” (Mercimek) koyup ilerletiyor, arkasında yaşı ilerlemiş dede olmaya yüz tutmuş bir başka adam aynı tabağa bir kepçe az yağlı, hatta yağsız lapa gibi pirinç pilavını bırakıp devam ediyor.
Sol yanımdaki Teyzeye, camide namaz kılmasını bilmeyenler gibi yan gözle bakarak nasıl yediğini anlamaya çalışıyorum.
Sağ elinin başparmağını ardışık diğer üç parmağının önüne koyup pilavı bir hamur şeklinde yuvarlayıp bir güzel Dhal’a bandırmasıyla ağzına atması bir oluyor.
Ben, ortamda ne bir çatal ne bir kaşık olmadığından ve daha nasıl yeneceğini anlayamadığımdan bu sefer sağımdaki baba ve oğula bakıp kopya çekecekken, her ikisinin de parmaklarını çatal, çapatilerini de kaşık gibi kullanıp Dhal’larını sıyırdıklarını ve lapa pilava geçeceklerini görünce geç kalmışlığıma endişe duyuyorum.
Dışarısının ahesteliği yok burada. Her şey pek hızlı, aynı yer hazırlamalar gibi ardışık ve pek düzenli.
Aynı öldüğümüzde yapılacaklar gibi düzenli ve hızlı…
Hindistan’a geldiğimden beri ilk defa, parmaklarımı kullanarak yemeğimi acemice yiyorum. Son olarak ıslanan parmaklarımı yalayıp temizliyorum.
Karnım tok bir halde her yerden yükselen dualar eşliğinde akşam güneşi tapınak duvarlarından yansıyıp sarı hüzmeler halinde beyaz mermerlerde parıldıyor.
Hiçbir şey yapmak istemeden, sadece duaları duyarak, sadece yoga yapanları, havuzda yıkananları, Tapınağı tavaf edenleri seyrederek, bir beyaz mermere sırtımı yaslayıp güneşi batırıyorum.


Yaslandığım duvarda gözüm yine kamaşıyor. Birkaç kez kırpıyorum göz kapaklarımı.
Açtığımda; bu sabah Alâeddin’in sihirli lambasından çıkan cin misali kalbimi saran nasırlı ruhum, Altın Tapınağın tamamı altın olan kapısından bir kelebek gibi dışarı çıkıyor, sanki her an suya değecekmiş gibi gölün üzerinden uçup yanıma geliyor, etrafımda bir tur atıp, tam yere beyaz mermerlere oturacakken birden önümde durup gözlerime bakıyor ve yanaklarımdan süzülen göz damlalarımı silen ipek bir mendile dönüşüyor.
Sonra da kalbimi bir pamuk gibi sarıyor.
 Şubat 2016