Şimdi Dhramsala’dan
bindiğim otobüsle Amritsar’a girmek üzereyiz.
Google
maps’ten baktığımda dört buçuk saat sürdüğünü görmüştüm ama koltuk
pencerelerinin tümü açık bir otobüste sekiz saattir yoldayım.
Neyse iyiyim bu sabah…
Evvelsi gün dağlara yaptığım sekiz saatlik yürüyüş sonrasında
kendimi halsiz hissedip yürüyüşte üşüttüm herhalde diyerek, döndüğüm McLeon’daki
hostelin alt katında, bakkalın kapısı önüne koyduğu odun kömürü ile ısıtılan semaverden
bir masala çayı almış, içimi ısıtarak içip yatmıştım.
Yatmıştım yatmasına da gece ateşim çıkınca sabaha
kadar terleyerek uykusuz bir gece geçirdim.
Bildik hikâye benimki, her gezide mutlaka hastalanırım…
Önce gece başlayan terleme ve yükselen ateş endişemi
arttırdı. Sürekli su içerek ve ter atarak geçirdiğim gece sonunda sabaha doğru
sızmışım. O günü, yani dünü neredeyse hatırlamıyorum.
Hindistan sonuçta Batılılar için bakterileri,
virüsleri bol olan bir ülke. Buraya gelmeden, Hudut ve Sahiller Sağlık Genel
Müdürlüğünün web sayfasında Hindistan için tavsiye edilen tüm aşıları olarak
yola çıkmıştım.
Olmuştum aşıları olmasına ama unuttuğum bir şey
vardı.
Her bölgenin kendi beslenme zincirine bağlı oluşan bağırsak
bakterileri farklı olduğundan, benim bağırsaklarım da daha bunlara
alışmadığından, böyle farklı coğrafyalara her geldiğimde, çoğu insan gibi beş veya
altıncı günü “bakterilere alışma imtihanından” mutlaka geçerim.
Eh ben de, otuz saate yakın yataktan kalkmadan
sadece normal su ya da maden suyu içerek ve yanıma aldığım naan denilen kuru pideye
benzer Asya ekmeğini, mısırlı ton konservelerime katık yaparak, enerji versin
diye de kuru üzüm yiyerek geçirip durumu atlattım.
Sürekli kendime duygusal büyü yapıp “İyileşeceksin,
İyileşeceksin” diyerek geçirdim o saatleri.
Kendi kendime totem yapıp egomu tavam yaptırıyordum.
Beni iyileştirecek tek doktorun ben olduğumu bildiğim bu coğrafyada vücuduma dinamik
tutacak yiyecekler sokarken, ruhumu da zihnim yoluyla enerjik tutmaktan başka
yapabileceğim bir şey yoktu.
Bu arada bol bol naneli ve zencefilli limon suyu da
içmeyi ihmal etmedim. Yeni yeni tanıştığım Hint bakterileri, ev sahibi olan eskilerini
kovup bağırsaklarıma yerleşmek isteyince gece başlayan ve sabah biten ishalimi
de birkaç muz yiyerek geçirdim.
Yalnızlık bir tercih olduğunda, yalnız yolculuk
yapmanın endişelerini ve zorluklarını istememe hakkım
olmadığını çok iyi biliyorum. Bu yüzden kendime daha iyi bakmaya özen göstersem
de gene de vücudum bildiğini okuyor.
Neyse merak etmeyin, iyileştim.
Yoldaki yaşama adım atmak için beş saatlik yolu
sekiz saatte alacak hale bile geldim. Otobüs içinde yirmi kadar Pencaplı
ile de Amritsar’a girdik bile.
Amritsar, Hindistan’ın kuzey batısında, hemen hemen her
ülkenin batı şehirleri gibi diğer bölgelerine göre daha ileri seviyede yaşam
şartlarının olduğu, Pencap eyaletinin en büyük şehri ve Sihlerin Hac yaptıkları Altın
Tapınağın olduğu bir din merkezi.
Buralarda din, bir yaşam biçimi ve her eyaletin
kendine özgün örf ve adetleri içinde yaşanmakta.
M.Ö 1000’li yıllarda yazılmaya başlanmış, yüz bin
beyitten oluşan Hint Destanını Mahabharata’nın dinsel tınıların işlendiği Bhagavad Gita bölümünün XVII. Doğa ve Can kısmında;
… Alçak gönüllü olmak, doğru
olmak,
Canlı öldürmemek, haddini bilmek,
Öğretmene saygı duymak, yücelmek,
Nefsini yenmek kendine gelmek…
şeklinde belirttiği gibi, hiçbir Hintli kendisine
süt veren ineği, keçiyi, koyunu diğer toplumlarının kesmesinin nedenini bir
türlü anlamadığından;
…
Doğanın ve doğa içindeki canın,
Anla
bunu, yok başlangıcı sonu,
Türlü
türlü türlerin türemesi,
Doğa
içindeki oluşumlardır…
şeklinde, her canlının bir dönüşüm içinde bu dünyaya
geldiğini ve devinimi tamamlayan canlının Nirvana’ya ulaşıp, “Canı
veren de, alan da Tanrılardır, biz Tanrı değiliz.” diyen Hintliler, sinek,
böcek, yılan, fare maymun, domuz dahi hiçbir canlı hayvanı öldürmeyi
kendilerine yediremezler.
Bu yüzden Hintlilerin neredeyse tamamı vejetaryendir…
Elbette inekler burada baş tacı edilen kutsal
hayvanların en başında geliyor.
Otobüsten iner inmez karşıya geçmek için caddeye
adımımı attığımda, ben daha ters trafiğe alışmadığımdan önce sola bakıp sağdan
gelen arabayı görmediğim için yolun karşı kenarında yatan ineği rahatsız etmek
istemeyen şoförün arabasını hızlıca şerit değiştirip üzerime sürmesinden son anda
kurtuluyorum.
Buralarda yolda, kimin daha öncelikli olduğunu yavaş yavaş anlayacağım…
Halkın, sokaklarda gezinen ineklere saygısı, farklı coğrafyalardaki
farklı öğretilerin beyin gelişiminde ki etkisini aynı anda hayata bakışımızda
ki farklılığı da ortaya koyuyor.
Dünkü hastalığım ve bugünkü yol yorgunluğum nedeni
ile günü dinlenerek geçirmeye karar veriyorum. Kalacağım hostelime girerken karşı
köşesinde gördüğüm lokantaya, eşyalarımı bırakarak dönüyorum.
Hindistan’ın üç eyaletinde, ikisi güneyde kalan
Portekizlilerin Hindistan’a gelip ilk liman şehirleri oluşturdukları ve çok
sayıda Hintliyi Hristiyanlaştırdıkları Kerala eyaleti ile II. Dünya savaşı
sonrası özgür düşünceleri ile yaşayan Çiçek Çocuklarının yaşadığı Goa
eyaletinde ve üçüncüsü de içinde bulunduğum Pencap eyaletinde
hayvanları kesmek yasak olsa da değişen dünya görüşlerinin yanı sıra Güneyde Hristiyanlaşmanın, burada ise Sihlerin
Müslümanlığa kayan taraflarının da etkisiyle, sınır ülke Pakistan’dan
gelen tavuk eti yemek serbest.
Diğer tüm eyaletlerde hayvan etinin yenmesi yasak olduğundan,
bir daha kolay kolay bulamam diyerek ilk defa etli yemekler satan bir lokanta
görünce iki tabak tavuk suyu çorbasını naan eşliğinde içerek karnımı doyuruyor,
eksik kalan uykumu tamamlamak için hostelimdeki yatağıma dönüyorum.
Akşamüzeri kalkıp bu sefer acılı zencefilli bir
karnabahar yemeği yiyip, iyice terlerimi atıp tekrar yatağa kendimi bırakıyor hem
yol hem de dünden kalan rahatsızlığımın yorgunluğunu giderip ertesi güne
Hindistan’a hem bağırsaklarımla, hem de dinlenmiş vücudumla alışmış olarak tekrar
“Merhaba”
diyorum.
Bugün altıncı günüm.
Hostelde, Amerika kıtasından Kanadalı bir çift ve
Orta doğunun İsrail’inden üç kişilik grup gezen üç kız ve benim gibi tekil bir
iki Avrupalı gezgin var.
Hala bir Türk gezgin ile karşılaşmadım.
Oysa bu ülkeye her gün Türkiye’den bir kaç uçak
iniyor ve birçoğu turist olarak Hindistan’da geziniyor ama içlerinden “sırt
çantalı gezgin bir Türk” neredeyse çıkmıyor.
Sayımız çok az...
Daha bebek yaşlardan itibaren korku beslenerek, “Onu
yapamaz! Bunu edemez! O daha çocuk! Sınıfını geç, okulunu bitir, üniversiteye
gir, bir baltaya sap ol, işe gir, çeyizlik düz, evlen, ev al, araba al, sonra bir
torun yap biz ona bakarken sen istediğini yaparsın…” diye el bebek gül
bebek yetiştirildiğimizden, evlerimizdeki konforu biz terk etmek istesek
ailelerimiz izin vermediğinden, ileri yaşlarda yapmaya kalkıştığımızda da konfor
alanımızı terk edecek merakımız artık köreltildiğinden pek tabi ki buralara gelen
sırt çantalı gezginimiz de az oluyor.
Ben de korkular konusunda çok farklı değilim ama her
gezimde bu öğretilerimi yenmek ve onları geçirmek adına girişimlerde bulunuyor,
kendimce bir kademe atlamanın yollarını arıyorum.
Onca gezi yapmış olsam da hala içimde yaşamsal
endişeler taşımıyor değilim. Burada Hintliler ya da birkaç aydır gezinen gezginler
gibi sokaklara terlikle değil botlarımla çıkıyor ve hala akşam dönüşte yolda
üzerine görmeden bastığım inek dışkıları ve üreleriyle kaplı botlarımın çalınma
riskine rağmen otel odamın kapı kenarında ki bir yere zincirleyip içeri almıyorum.
Hasta olup yatacağım ya da buralarda ölüp kalacağım
hissinden çok başladığım geziyi bitirememek, buraları yaşamamak en büyük
endişem.
Planlarımdan tavizler verecek bir halde değilim.
Zira en az otuz beş senedir hayal kurduğum bir coğrafyaya, o gençliğimde
dendiği gibi ” Sınıfımı geçmiş, okulumu bitirmiş, bir baltaya sap olmasam da, bir
sapa balta olmuş, evlenmiş, sonra bir torun yapmış ve o torunu da onlara
bırakmayıp onu da yanıma alarak gezdim…”
Ama şimdi sıra kendime geldiğinden emekli olup
kendime elli yaş hediyesi olarak bu geziyi armağan ettim.
Ellinci yaşımda Hindistan’da elli gün yaşayacağım.
Şimdiye kadar gezindiğim, Haryana, Himachal Pradesh eyaletleri üzerine, önce burasını, Kuzey Batı Hindistan’da ki Pencap’ı sonra sırasıyla Rajasthan, Uttar Pradesh, Andhra Pradesh, Tamil Nadu, Kerala, Karnataka, Goa, Maharashtra eyaletlerinde gezineceğim.
Buralara gelirken “Hintlilerle Hintli gibi nasıl
yaşarım” endişesine sahip olsam da, dönerken bu endişemi kaybetmiş
üstüne ek olarak onların okuduğum kitaplarında ki ilahi duygularından beslenmiş
olarak dönmeyi umuyorum.
Belki Nirvana deneni anlar, belki o çocukluğumda
ölüsünü ateşe atıp yaktığım karafatmanın ruhumda açtığı yarayı azıcık da olsa
kapanmasına yardımcı olabilirim.
Sabah mahmurluğumu atıp Hostel Sahibemiz, Shahid’in
sıcak sıcak sunduğu Masalalı çayı içiyorum.
Karnım aç.
Demek ki kendime gelmişim ve dünyevi ihtiyaçlarım
aklıma geliyor. Çayımı bitirir bitirmez gene karşı lokantaya gidip güne patates
ve karnabaharla yapılmış bol zencefil ve zerdeçallı bir menemen ve yine yanında
bir masala çayı içerek başlıyorum.
Bugünümü tümüyle Altın Tapınak’a
ayıracağım.
Altın Tapınak, dünyadaki diğer tüm dini mabetlerin
aksine merdivenle çıkılan bir yüksekte değil, alçakta.
Yirmi kadar basamak ile inilerek girilen geniş
kapısından girmeden önce ayakkabılarımı girişte bir oda içinde yan yana konulan
raflara bırakıp bir numara alarak diğer başka kapıdan çıplak ayak, içinde su
dolu bir ayak temizleme havuzundan geçerek ilerliyorum.
Yerler o andan itibaren beyaz ve ıslak mermere
dönüşüyor.
Denilene göre, Pencaplılar, Ganj vadisinden doğan Hinduizm’in
en değerli yargılarını, Himalayalar’a çıkan Budha’nın felsefesindeki en etkin
düşüncelerini ve komşu Müslüman Pakistan’ın İslam inanışlarının en güzel
taraflarını almışlar ve dünyayı kucaklarcasına, Orta Hindistan da ki Hinduların
tapınaklarına, Müslümanların da camilerine kendi inanışları dışındakileri pek sokmak
istemeseler de, Sihler, aksine buraya herkes girebilsin diye Altın
Tapınağa tüm evreni kucaklarcasına dört giriş kapısı yapmışlar.
Ben, kuzey kapısından Ganta Ghar Deori denen Saat Kulesinin bulunduğu görkemli kapısından giriyorum.
Ana kapıya kadar yerde sürekli akan bir su var. Yürüdükçe
ayaklarımın altını temizliyor. Kapı eşiğine yaklaşırken sürekli
su akan ıslak bir halı beni karşılıyor. Sanki
tabanlarımın ölü derileri de temizlenir gibi bir topuk taşı üzerinde yürür
halde ilerliyorum.
Kapı eşiğine gelince ikinci defa başka bir ayak yıkama
havuzundan geçip yine ıslak halılarla kaplı merdivenlerden aşağıya doğru inmeye
başlıyorum.
İlk defa bir tapınağa göğe doğru çıkmak yerine aşağıya
doğru inerek giriyorum.
Bu özelliği ile Altın Tapınak dünyada bir tek.
Dini inanışların insanın üzerinde olmadığını,
insanlığın her düşüncenin üstünde bir varlık olduğunu gösterircesine, Altın Tapınak
ve havuz alanı yirmi basamak yerin altına inşa edilmiş.
Kapıda sarıklı iki Sih koruyucu sarı sarilere
sarılmış bedenleri, elinde yere dikine koydukları mızrakları ile beni karşılıyorlar.
Pencap’lı olsun olmasın, herhangi bir Hintli,
doğuştan Sih olmadığı için, isteyen sonradan ileri yaşlarda olabiliyor, Sih
olmaya karar verdikleri andan itibaren, her erkek kafalarına sardıkları
sarıkları içinde kesmedikleri saçlarını toplayarak saklıyorlar.
Tabi ki sakallarını ve vücutlarında ki hiçbir diğer kılı
da kesmediklerinden, uzun sakalları ile karşımda iri yarı adamları görünce
çekinmiyor değilim ama suratları çok da sert görünmüyor.
Hatta gülümser haldeler…
Sihler gerek Hindistan’ın içinde, gerek dünyanın başka ülkelerinde sarıkları ile askerlikten devlet memurluğuna, öğretmenlikten din adamına, sokak işportacılığından bir fabrika yöneticisine kadar her daim, her türlü işte çalışanlarını görmek mümkün.
Özellikle Londra ve New York’ta taksi şoförlüğü
yapan birçok nazik Sihliler ile karşılaştığım gibi, Paris’te birçok mühendis
ile de çalışma imkânım oldu. Şimdi burada da güler yüzlü halleri ile şu altı
günüm içinde gördüğüm en mutlu Hintli oldukları her hallerinden belli.
Sihler tüm Hindistan âleminin hem en çalışkan hem de
en mutlu ahalisi anlaşılan.
İçinde bulunduğum Amritsar şehri, IV.
Sih Guru Ram Das Ji tarafından 1574 yılında kurulmaya başlamış ve V.
Guru Arjan zamanında otuz yılda bitirilebilmiş.
Altın Tapınak, şehrin ortasında ve her Sih’in
mutlaka girip yıkandığı yapay bir havuz içinde.
Merdivenlerden inerken masmavi “Kutsal göl” ya da “Ölümsüzlük
Pınarı” denen büyük bir su havuzunun ortasında ki Altın Tapınak günün ilk
ışıkları altında pırıl pırıl parlarken beni karşılıyor.
İnmek istemiyorum o son basamağı.
Öylesine durup bakıyorum ışıltılarına.
Önce gözlerim kamaşıyor. Birkaç kez kırpıyorum göz
kapaklarımı. Açtığımda kalbimi çevrelemiş ve katılaşmış ruhum yerinden kopuyor,
Alâeddin’in sihirli lambasından çıkan cin misali etrafımda bir tur atıp yere
merdivenlere oturacakken birden havalanıyor, salına salına gölün üzerinde sanki
her an suya değecekmiş gibi uçuşup karşımda ki Altın Tapınağın tamamı altın
olan kapısından bir kelebek gibi içeri giriyor.
Yerler süt beyazı mermer, çıplak ayakla yürüyor
herkes.
Kimsenin kimseyi geçmeye çalışmadığı, itelemediği bir cennet
bahçesinde dolanır gibi yürüdüklerinden ben de Tapınağa doğru son adımımı, yavaş
yürümeyi unuttuğumdan hızlı yaşayıp geçtiğim yıllarımı anımsayıp korka korka atıyorum.
Ağır adımlarla onlar gibi yürüyor, gölün etrafını
tavaf ediyorum.
Göle kıyı yürüme yerlerinde çoğunlukla birileri yoga
yapıyor, etrafta da bir dua sesi yankılanıyor, içimi ferahlatıyor.
Tapınağı, Sihlerin kutsal kitabı Baba
Granth Sahib’yi okuyanların yaydığı ilahiler kaplamış halde. Bu kitap
burada yirmi dört saat durmaksızın okunuyor.
Bu Kutsal Kitap da diğer eşyalar ve binanın dış
duvarındaki süslemeler gibi altın iplikten yapılma harfler ile yazıldığından
paha biçilmez seviyede.
Ancak onun ekonomikliğinden çok ruhaniliği çok daha
değerli.
Sihlerin Hindistan’da ki nüfusunun otuz milyon olup
burayı ziyaret eden sayısı ayda üç milyon… Delhi’ye gelen turist
sayısının ve Mekke’ye giden Hacı adayının bile yılda anca üç milyon olduğu göz önüne
alındığında Altın Tapınağın Dünya ve Hindistan için ne kadar anlamlı bir yer
olduğu hemen anlaşılıyor.
Altın Tapınak sadece Sihlerin değil, her dinden, her
milletten insanı sorgusuz sualsiz kabul ediyor.
Ben de bu ruh âleminde uçar adım gezinirken, sağ taraftaki
kuyruğu görüp giriyorum.
Burada her şeyin bir kuyruğu var. Mesela Baba
Granth Sahib’ kitabını, bağış yaparak, hatim indirilmesini istiyorsanız
altı yıl beklemeniz gerekiyor…
Tapınağın içindeki örtüsü günlük değişiyor. Ve hani
bir günün örtüsünü ben bağışlayayım deseniz bile, bir örtü bağışlamak için de
en az bir yıl beklemeniz gerekiyor.
Ben buralarda o kadar kalamayacağım için birkaç
çeyrek saate bitecek kavrulmuş çam fıstığının unla karışmış kokusunun, önünde bekleyenlerin üzerinden geçip tapınağa yayıldığı bir kuyruğa girip sıramın gelmesini bekliyorum.
Çok değil iki çeyrek dakika binlerce Hintli ile
sırada bekleyip avucumu açarak dua eder gibi elimi uzatıp tek ama sol avucuma
bir yaprak içinde bir kepçe konan helvamı alıyorum.
İsteyen buraya bahşiş veriyor.
İsteyen derken neredeyse herkes on rupiden az
olmamak şartı ile bir para bırakıyor. Bu kuyruk ufak bağışlı olan ve alınan
helvanın yenildiği kuyruk.
Daha çok bağış vereceklere de ayrılmış bir başka
pencere var. Oraya yapacağınız, hani başımın gözümün sadakası olsun diye elli,
yüz rupi üzeri verecekseniz ki buranın kuyruğu da hayli uzun, bağışınız sonucu size
bir tas içinde helva veriyorlar ve siz o helvayı alıp az ileride çok daha
kalabalık bir kitleye bağışsız, bedava dağıtılan bir kazanın içine götürüp
döküyorsunuz.
Bu sayede bağışınıza karşılık helvanızı dağıtması
için birilerine veriyorsunuz.
Bu kazan o kadar büyük ki, bir yandan doluyor bir
yandan boşalıyor. Dağıtılması için kişilerin getirdiği taslardaki helvalar
yetmediğinden ara ara, benim de sıraya girip helva aldığım, on’ar rupilik bağışlar
verilerek üretilmiş helvalar buraya tepsi içinde getiriliyor ve kazan içine görevlilerce,
görevli demem de pek doğru değil ya, buraya günü birlik gönüllü çalışmaya
gelmiş insanlarca taşınıp bırakılıyor ve birileri de karşılıksız olarak helva
yiyor.
Zenginin de, orta hallisinin de, fakirinde eşit
şartlarda kuyruğa girip helva yediği bir yerde olmak bana mutluluk veriyor.
Ayrımcılığın güzel bir şekilde yok edilmesi buranın
ruhani haline çok yakışmış.
Helvamı yiyip havuz etrafında bir tur daha atıyorum
hiç acele etmeden.
Göle giren yaşlı bir teyzeyi seyredip, Altın
Tapınağı kıble etmiş bir başka amcanın birkaç metre ilerisine beyaz mermerlere oturup
yogasına eşlik ediyorum.
Güneş tepemize geldi. Karnım acıktı.
Birkaç çeyrek dakika ışıl ışıl parlayan tapınağa
bakıp önce yogamı sonra da turumu tamamlayıp, herkese gibi tapınağın yemek
servisi yapılan, mutfak çalışanından, servis edenine, tabakları yıkayanından
yerleri silene kadar herkesin günü birlik gönüllü olduğu bu mekâna yöneliyorum.
İster önce yemek yiyip sonra gönüllü ol, ister önce gönüllü
ol sonra yemek ye, ister sadece gönüllü ol, istersen de sadece yemek ye…
Hepsi var burada.
Herhangi bir işi bir kenarından tutarak gönüllü olmak
için kendimi yerleri silenlerin sırasına sokuyorum.
Sürekli akan, Ravi nehrinin suyu ile beslenen temiz
suda yıkanmış bir yer silme paspasını, temiz bir kovaya koyup elime alarak
önümden gidenlerin peşine takılıyorum.
Birkaç katlı binada yerde yemek yiyen Hintlilerin
yemek yerken yerlere dökülenleri önümdeki mavi tülbentli genç bir Sih, elinde
taşıdığı kısa saplı bir çalı süpürgesi ile diğer elindeki metal faraşa
itekliyor. Ben de ardından, yan sıradakilere bakıp az biraz kopya çekerek, önümdekinin
süpürdüğü yerleri saplı paspas ile siliyorum.
Islanan yerleri arkamdan daha kuru bir paspas ile kurulayıp
gelen birisi var. Yerler kuruyunca bağdaş kurup oturulacak çuval ipliğinden
yapılmış uzun bir yer yolluğu serilecek.
Her gönüllü, yan yana otuz kadar insanın oturacağı
yerde görevini yapıyor ve süpürgesini, faraşını, yer silme, kurulama paspasını
ve kovasını aldığı yere götürüp geri bırakıyor.
Her şey bir düzen, bir ahenk içinde.
Sanki bir ölümlünün en kısa zamanda toprağa gömülmesi
için, yıkanması, kefenlenmesi, duasının yapılması, tabuta konması, camiye
götürülmesi, cenaze namazının kılınması, helalliklerinin verilmesi, mezara
kadar sırtta taşınması, mezar yerinin açılması, mevtanın içine konulması, üzerine toprak gelmesin diye
tahtaların yerleştirilmesi, toprağın örtülmesi, kabir duasının okunması ve
üzerine bir kova suyunun dökülüp hadi bize eyvallah dercesine mezarın terk
edilip gidilmesi kadar kısa, bir o kadar anlamlı ve çok ama çok daha mistik…
Üç katlı binanın giriş katındaki gönüllü çalışmam bitince, yerler tam kuruduktan sonra serilecek olan yolluğu yere yayacaklarını beklemek yerine, benden önce aynı şeylerin yapıldığı ve yere yemek yaygısının serildiği bir üst kata çıkıyorum.
Geniş kata gelenler boş bulduğu yere değil de camide imamın arkasından saflarını sıklaştıran müminler gibi sıra sıra durup yer
yaygısına bağdaş kurup oturuyoruz.
Ortamda tarçın kokusuna karışmış yasemin tütsüsünün
kokusu var. Pencere kenarlarına yerleştirilmiş isli yanan yağdanlıklardan
yayılan dumanı gözüme çarpıyor.
Aç geldiğim
dünyada tok gidemeyeceğimi biliyorum ama gene de karnımın açlığını bastıracak
bir şeyler bekler halde ona yakarır, dilenir gibiyim de dilenmekten iğreniyorum,
kendimi güçsüz hissettiriyor, acizliğimi suratıma vurmaktan başka ne işe yarar
derken zaten varlığım bana bile ait değil ki, bir dönüşüm içinde geldiğim bu
dünyadan insan müsveddesi olarak geçip gideceğim de, bari geçerken müsveddeden en azından gerçek bir insana dönüşebilme şansını yakalasam, tekrar bu dünyaya gelip
aynı acıları aynı sıkıntıları aynı hedeflere ulaşma arzuları edinmesem ne iyi
olurdu ama o kadar az dua ettim ki yaratana, bir rüşvet pazarlığı gibi geliyor
ona dua etmek, hani beni iyi et / sen beni düzelt ben sana dua edeceğim demek
sanki o beni yaratanın gücüne hakaret eder halde hissediyorum kendimi, sanki o yüce
güç bu sonsuz evreni, beni bir ahenk içinde yaratmamış da, benim ona ihtiyacım
yok da onun benim duama ihtiyacı varmış gibi onun varlığını düşünmek, bunca
gücüne karşı kendimi ondan güçlü zannetmek, onun gücünün varlığını kanıtlamak
için dua edince yapacak mı yapmayacak mı diye onu sınamayı kabul edemiyorum da,
o beni nasıl yaratmışsa, nasıl olmamı istemiş ise, benden başka yarattıklarına nasıl
örnek olacaksam, hayatta nasıl bir görevim varsa zaten o olacağımı kavramak için
beni kendisine yaklaştırıyor ve işte o zaman ben yani o beni daha gerçek bir
ben yapıyor, onu seviyorum ama ona tapamıyorum, “o” benim ve “o” benim içimde, ancak
onu sevdiğim sürece kendimi sevebiliyor, kendimi sevdikçe de kalbimi saran
nasırlaşmış ruhumu şimdi olduğu gibi ancak dışarı çıkartabildiğimde onunla daha
samimi olabiliyor, onunla o zaman dost olabiliyorum, o zaman ben o, o ben
olabiliyorum...
Zira o beni yarattığında tek istediği, benim onu
görebilmemdi…
Birisi önce “lenger” dedikleri içi boş bir metal
tas bırakıyor önüme.
Sağımda babası ile gelmiş sekiz-dokuz yaşlarında bir
erkek çocuk ama ikisi de Sih değil, solumda ise yaşı seksenleri geçmiş her
derisi kırış kırış bir dede, otuz kadar kişi arkamda, bir o kadarı ile aynı
sırada ve bir o kadarı da önümde sırada bağdaş kurmuş oturuyoruz.
Bağdaş kurmayı hiç sevemedim, anneannemin evine her
gidişimizde gecenin on ikisinden anca varmış olsak da sıcak soba kenarına
kurulmuş yer minderine oturmaya çalışırdım ama beceremezdim. Anneannemin babası,
ona büyük dede de derlerdi, o zamanlar daha doksan yaşındaydı, o akşamın
sekizinde yatsıyı kılıp yatmış olsa da bizim geldiğimizi duyunca kalkar elinde
bastonu ile odaya gelir benim yanıma otururdu. Bir cebinde gündüzden hazır
ettiği beyaz leblebileri, bir diğer cebinde altın varakla kaplı yuvarlak metal
para şeklindeki çikolatalarından birkaç tanesini elime tutuşturur, pamuk gibi yumuşak
elleri ile başımı okşar, bir iki defa saçlarımı koklar sonra annem ile babama
dönüp "Hoş geldiniz çocuklar." derdi. Onu en son gördüğüm bu halinden birkaç ay
sonra gitmesi gerektiğini söylemişlerdi. Ve de gitmişti. Tekrar bu dünyaya
dönmeyecek kadar iyi bir dedem vardı, adına herkes Büyük Dede dese de, o
zamanlar leblebiye ancak bebbe diyebildiğimden benim Bebbe Dedem idi.
O zamanlar ancak bu kadarını anlayabiliyor ve sadece gittiğini kabul edebiliyordum.
Şimdi; geri gelmediğinden onun kendisinin yarattığı “Nirvana’sında” olduğundan da eminim.
Şimdi; geri gelmediğinden onun kendisinin yarattığı “Nirvana’sında” olduğundan da eminim.
Önümdeki, bizden önce dolmuş sırada her yaştan ve
her kasttan bir Hintli, Hintlilerin dışında başörtülü Müslüman kızlar, kadınlar
ve yanlarında erkekleri.
Hristiyan ya da Yahudi olduğunu fark edemediğim
benim gibi beyaz ırktan birkaç kişiyi de eklersek her dine inanan ya da bir
dine inanmayanlarla yan yana bağdaş kurmuş oturuyor ve yemek gelmesi için
gözlerimiz ile yemek dağıtanları izliyoruz.
Peşi sıra tekerleği olan bir kovayı ittirerek gelen
bir adam önce tabağımıza “Dhal Makhani” (Mercimek) koyup ilerletiyor,
arkasında yaşı ilerlemiş dede olmaya yüz tutmuş bir başka adam aynı tabağa bir
kepçe az yağlı, hatta yağsız lapa gibi pirinç pilavını bırakıp devam ediyor.
Sol yanımdaki Teyzeye, camide namaz kılmasını
bilmeyenler gibi yan gözle bakarak nasıl yediğini anlamaya çalışıyorum.
Ben, ortamda ne bir çatal ne bir kaşık olmadığından
ve daha nasıl yeneceğini anlayamadığımdan bu sefer sağımdaki baba ve oğula
bakıp kopya çekecekken, her ikisinin de parmaklarını çatal, çapatilerini de
kaşık gibi kullanıp Dhal’larını sıyırdıklarını ve lapa pilava geçeceklerini görünce
geç kalmışlığıma endişe duyuyorum.
Dışarısının ahesteliği yok burada. Her şey pek hızlı,
aynı yer hazırlamalar gibi ardışık ve pek düzenli.
Aynı öldüğümüzde yapılacaklar gibi düzenli ve hızlı…
Hindistan’a geldiğimden beri ilk defa, parmaklarımı kullanarak
yemeğimi acemice yiyorum. Son olarak ıslanan parmaklarımı yalayıp temizliyorum.
Karnım tok bir halde her yerden yükselen dualar eşliğinde
akşam güneşi tapınak duvarlarından yansıyıp sarı hüzmeler halinde beyaz
mermerlerde parıldıyor.
Hiçbir şey yapmak istemeden, sadece duaları duyarak,
sadece yoga yapanları, havuzda yıkananları, Tapınağı tavaf edenleri seyrederek,
bir beyaz mermere sırtımı yaslayıp güneşi batırıyorum.
Açtığımda; bu sabah Alâeddin’in sihirli lambasından
çıkan cin misali kalbimi saran nasırlı ruhum, Altın Tapınağın tamamı altın olan
kapısından bir kelebek gibi dışarı çıkıyor, sanki her an suya değecekmiş gibi gölün
üzerinden uçup yanıma geliyor, etrafımda bir tur atıp, tam yere beyaz
mermerlere oturacakken birden önümde durup gözlerime bakıyor ve yanaklarımdan
süzülen göz damlalarımı silen ipek bir mendile dönüşüyor.
Sonra da kalbimi bir pamuk gibi sarıyor.