Mudanya’dan bindiğim vapurda İstanbul’a giderken bu sefer güneş Marmara denizi üzerinden batmak üzereydi. İçimde olmasını umduğum sevinç ve heyecan ise yerini endişelere bırakmıştı.
Batı tarafım aydınlık ama kızıl, doğu tarafım zifir gibi koyu bir karanlıktı. Vapurda çocuklar da, adamlar da kendi hemcinslerine benzer kıyafetlerdeydi. Ancak bir çoğu gereken sadelikte makyaj yapmış başı açık bayanlarla, kahverengi ya da nefti yeşil başörtü takan teyzelerin yanı sıra paspartulu bir çerçeve içine yerleştirilmiş bir fotoğraf gibi suratını kaplayan türban sayesinde dışa doğru şişmiş tombul yanakları üzerinde bir tek sac teli gözükmeyen geniş beyaz alınlı bayanlar ve çocukları peşi sıra vapur içinde koşturan kimisi açık başlı kimisi kapalı genç anneler ve birbirleri ile pek de konuşmayan her cinsten insanlarla karşı kıyıya geçiyordum.
Batı tarafım aydınlık ama kızıl, doğu tarafım zifir gibi koyu bir karanlıktı. Vapurda çocuklar da, adamlar da kendi hemcinslerine benzer kıyafetlerdeydi. Ancak bir çoğu gereken sadelikte makyaj yapmış başı açık bayanlarla, kahverengi ya da nefti yeşil başörtü takan teyzelerin yanı sıra paspartulu bir çerçeve içine yerleştirilmiş bir fotoğraf gibi suratını kaplayan türban sayesinde dışa doğru şişmiş tombul yanakları üzerinde bir tek sac teli gözükmeyen geniş beyaz alınlı bayanlar ve çocukları peşi sıra vapur içinde koşturan kimisi açık başlı kimisi kapalı genç anneler ve birbirleri ile pek de konuşmayan her cinsten insanlarla karşı kıyıya geçiyordum.
Alışık değildim güneşi arkamda bırakıp karanlığa gitmeye. Yıllarca düzenli bir şekilde duyduğum bilgilerle beynimde oluşmuş tereddütlerimi de yanıma almış, İran’a, yani İslami kurallara göre yaşanmadığında sokaklarda insanların asılabilindiği, başları kara çarşaflarla kapalı kadınların, uzun entarili, kara sakallı erkeklerin olduğu son yıllarda pek de korktuğumuz Doğu komşumuza doğru gidiyordum.
Esra “Gelmiyoruz, kapalı yaşamlara... Biz buradayız, seni bekliyoruz.” dedi sadece giderken. Annem ise artık alıştı gitmelerime. “Git bakalım” dedi Atatürk ruhu ile yaşanmış, Batı’yı hedeflemeyi bir an bile aklının ucundan geçirmeden yaşadığı gençliğini düşünerek.
Havaalanında uçağının kalkış saatini bekliyorum. Son yıllarda siyasi arenamızda artan karşıt görüşlü haberler ve birbirlerini bazen öldürmek istercesine suçlayarak yapılan tartışmaların yer aldığı TV programları beynimde dönüp duruyor. Uçağa en son binmeye karar verince bir çikolata almak için dönüp Free-Shop’a giriyorum. Kasa önünde sıramın gelmesini beklerken kasiyer kız, tezgâh üzerindeki 35’lik Yeni Rakıyı gösterip bu da “Sizin mi beyefendi?” diye sordu birden. Kızın suratına anlamsızca bakarken sanki düşünmek için vakit kazanmaya çalışıyordum. “Evet demek ister miyim, acaba yanımda, İran’a bir şişe Yeni Rakı götürebilmeyi ister miydim?” diye düşündüm. Düşüncelerim önce evete yaklaştı ama tam yerine oturmamış kenarı kalkık bir yap-boz parçası gibi bir kısmı havada asılı kalınca beynim tekrar harekete geçti. Sonra “Neden evet demek isterdim!” diye düşünmeye başladım. Galiba çevrem için kazanılmış özgürlüğün simgesiydi Yeni Rakı. Çerçeve içinde sunulan öğretilmiş bir özgürlük adına “Evet” demeliyim diye düşünürken kafası üzerinde, Pers çivi alfabesiyle yazılmış bir kaç dua bulunan sofi takkeli, beyaz sakallı bir Zerdüşt gözlerimin önüne belirdi.
-Ne istiyorsun Hakan? Neden bu yolculuğa çıkıyorsun ki bildiklerini yanında taşıyacaksan?
Dalmışım... Uyuşmuş gözlerle kasiyerin omuzlarından sarkmış uzun saçlarına bakarken kız tekrar sordu. “Beyefendi bu sizin mi?”
“Hayır” dedim birden. Çikolatanın parası ödeyip kasiyerden bir büyük torba rica ettim. Bekleme salonunda bir bankın üzerine oturup içimde ki tüm korkuları ve endişeleri free-shop torbasına koyup ağzını sıkıca bağladım. Uçağın kalkmasına az bir vakit kalınca en son yolcu olarak uçağa binerken torbayı, biletlerimizi kontrol eden yer hostesinin yanına, ayaklarının kenarına bırakıp uçağa girdim.
...Gözümden uyku akıyordu. Yerdeki apron arabası uçağı arkaya doğru iteleyerek tekerlekleri geriye doğru döndürmeye başlamıştı. Uçak ara pisten, havalanma pistine doğru burnunu Batı’dan Doğu’ya doğru çevirdiğinde hızlanan motor sesi bir ninni gibi gelmeye başlayınca daha havalanmadan karanlığa doğru ama tüm tereddütlerimden arınmış olarak uçarken koltuğumda çoktan uykuya dalmıştım...
Keçisakallı bir beyefendi, kucağında taşıdığı bebeği yanı sıra yanında yarıya kadar açık başına firkete ile bağladığı ipek bir tül takmış karnı burnunda hamile bir bayan ile ilerliyordu. Kadın bir yandan elindeki sepette ki yeni eğrilmiş pamuk gibi kabarmış, koşarken suratı bir duvara çarptığı için düzleşmiş sarı bir İran kedisi ile sohbet ediyor, bir yandan da diğer elini karnı üzeride gezdirerek yumuşak bir kadifenin avuçları içinde bıraktığı huzuru hissederek mutlu mutlu gülümsüyordu. Aynı anda da yakında hayata gözlerini açacak bebeğine de bir şeyler mırıldanıyordu. Anne adayı yerlere kadar sarkan, üzeri çiçek motifleriyle işli bir şalı boynuna dolamıştı. Önümde yürürlerken de kocası olduğunu tahmin ettiğim adamla gülüşerek bir şeyler konuşuyorlardı. Güneş çoktan doğmuş havaalanın içini ve tüm Tebriz’i uyandırmıştı. Ancak şehri çevreleyen 2.000 rakımlı Sehend ve Eynalı tepelerine 2 gün önce yağan karın pırıltılarından yansıyan güneş ışınları, geniş havaalanı camlarında geçerken kırılıyor ve başlarında renkli tül pelerinler ve şallar olan kadınlara çarpıp daha da fazla renge bölünerek tüm ortama yansıyorlardı. Gözlerim kamaştı birden.
...Önümde ki koltuğun tepe kitap okuma lambasının yanmasıyla tüm uçağa yayılan ışık, gözlerime çarpınca oturduğum koltuğumda yerimde kımıldadıysam da daha gelmedik deyip hostesten aldığım yastığa kafamı daha rahat yaslayıp uykuma devam ettim...
Polis kontrolünden geçerken pasaportuma bakan görevli “Hoş gelmisen” deyince biraz irkildim. “Teşekkür” diyerek kapıdan geçiyorum. Gümrük görevlilerin yanından geçerken gözüme dev gibi iki poster çarpıyor. Ülkenin gidişatını bir önceki yönetime göre çok etkin ve hızlı bir şekilde değiştirmiş ilk ve şu anki ruhani liderlerinin (Ayetullah Humeyni ve Ayetullah Hamaney) kapının iki kenarına asılmış fotoğraflarına bakarak tanıdık gelen -liderleri her daim yücelten- bu tür bir karşılamaya gülümseyip, kapıdan çıkıyorum. Ana kapıdan çıkıp şehre gitmek üzere taksiye biniyorum. Birincisi yetmemiş gibi ikinci bir “Hoşgelmisen” i de arabada bir Azeri şoförden duyunca yolda sohbet etmeye başlıyoruz. Birbirimizi anlayabiliyorduk. Bir kaç kelimeden sonra bende “gelmisem, gitmisem” diyip konulara daha ortak bir tavır sergileyerek 15 dakika içinde bir dönem Tebriz’de yaşamış Şirazlı Saadi’nin 2. en büyük eserinin adı verilmiş olan Gülistan parkı karşısındaki Sina Otele geliyoruz. Benzer bir girizgâh sonrasında Türkçe konuşarak giriş kaydımı yaptırıyor ve bir kaç saat dinlenmek üzere odaya çıkıyorum.
...Uçak penceresine yasladığım kafamın altında ki yastığın kenardan kayması ile irkilip, yere düşen yastığı eğilerek aldıktan sonra tekrar kafama doğru iteleyerek uykuma kaldığım yerden devam ediyorum...
Otelim, eskiden ismi Şah hanedanlarından birisinin adını olup şimdi ülkenin eski krallık rejiminden kurtarılmasında en büyük payı olan İslam devrimini gerçekleştiren ruhani lider İmam Humeyni’nin adının verildiği Tebriz’i baştan sona kesen en büyük caddesi üzerinde. Gün içinde kullanabileceğim bir kaç özel eşya ve bir kaç meyveyi ve su mataramı ufak sırt çantama koyup sokağa çıkıyorum.
Şimdi kaybolma zamanı deyip parmağımı ağzıma sokup ıslattıktan sonra havaya kaldırıyor ve tepeleri karla kaplı dağlardan esen buz gibi rüzgârın geliş yönünü anlamaya çalışıyorum. Rüzgâr soldan esiyor. Hem pantolonumun, hem de boğazlı kazağımın altına yün iç çamaşırı giymiştim. Ama hala üşüyorum. Bu sert havada rüzgâra karşı yürümemeye karar verip sağ dönerek yavaş adımlarla etraftaki Arap harfleriyle donatılmış dükkân reklamlarına bakınırken, çevremde koşuşturan Tebrizlilerden bir kaçı ile göz göze geliyorum. Cadde kaldırımları düzenli ve yerler temizdi. İmam Humeyni Caddesi tek yön trafik olmasına rağmen ortadan bir demir paravanla ikiye ayrılmıştı. Caddenin ayrılmış olan tercihli kısmında şehrin kırmızı belediye otobüsleri peşi sıra gidiyordu. Toplu taşıma araçları dopdolu, cadde ve sokaklarsa cıvıl cıvıldı.
Biraz önce ıslattığım parmağım soğuktan neredeyse donacaktı. Alelacele elimi montumun içine sokarken gökten elime bir şey çarpıp yere, ayaklarımın arasına düşüyor. Ne olduğunu anlamak için önce masmavi göğe sonra da yere doğru bakarken benden bir kaç saniye önce yere eğilmiş vişneçürüğü renginde bir kravatı krem rengi bir gömlek üzerine takmış, sırtında kiremit rengi ceket tipli bir mont giymiş yaşı ilerlemiş bir erkek gökten düşen elmaya benden önce uzandı.
“Senen şansın var imiş” dedi yayvan Azericesiyle elindeki elmayla ayağa kalkarken. “Sen hara gideren” diye devam etti ardından.
“Hiç. Soğuk yüzüme çapmasın, arkamdan essin diye bu tarafa doğru yürüyorum.” dedim.
“Men, Men bazara gedirem. Miler bilimisen buraları?” dedi.
Şaşkınlıktan ne diyeceğimi bilemeden adama bakıyorum.
“Sen Türkiye’den misen ? Gel men sene gezdirem” deyip gökten elime çarparak yere düşen elmayı alıp, iki elinin parmak uçlarında sanki bir kaç milim incelikte ve hafif sıcaklıkta ki cam bir topu, her an yere düşecekmiş de kırılacakmış endişesiyle tutar gibi nazik bir halde bana doğru uzatarak sundu. Parmaklarım üşüdüğünden montumun cebinde duran elimin tekini, adamın sakinliğine ve terbiyesine inat, alelacele çıkartıp bana sunduğu elmayı biraz da sertçe aldım.
“İlerde, künçte adâlet sarayı var” deyip yanımda yürümeye başladı.
Hoş bir neredensin kimlerdesin sohbetleri yaparak belediye binasına geldik. 3 katlı eski bir taş bina ile karşılaşıyorum. Pencerelerinden içeri bakıldığında, kesme taşların kalınlığı göze çarpıyordu. Binayı oluşturan bu kırmızı taşların, Tebriz’i çevreleyen tepelerde ki kırmızı kayalardan kesilerek yapıldığını ve binanın bu yöreye ait olduğunu hemen hissettirse de, yapının büyüklüğü ve biraz da ihtişamı çokta İran hakkında duyduklarıma yakıştıramıyordum.
“Alamanalar yaptı” dedi binanın yan dik duvarlarından birisi üzerinde ki kartal resmini eli ile gösterirken. Binanın kuşbakışında bakıldığında da kanatlarını açmış, uçan bir kartal şeklinde bina yapmış olmanın herhalde 19 yüzyıl başlarında buralarda bir Alman hegemonyasının başladığına işaret ediyordu.
Abdal 55 yaşlarında emekli bir mühendismiş. Fransızların yaptığı bir elektrik santralinde hiç başka bir iş değiştirmeden 25 sene çalıştıktan sonra geçen aylarda emekli olmuş. 1.000 $’a yakın emekli maaşı aldığını, yeni yönetimin birkaç yanlış politikasını eleştirmesine karşılık keyfinin yerinde olduğunu söyleyerek devam ediyor anlatmaya. Canı sıkılmasın diye her gün alışverişe kendisi gidiyormuş hanımı yerine. Yolda karşılaştığı benim gibi gezginlere de yardımcı olmamaktan keyif alıyormuş. Orada şu var, burada bu var derken hadi Tebriz pazarına gidelim diyerek yola devam ediyoruz.
Tebriz pazarı 3-4 kilometrelik, bir birleriyle her an kesişen yüzlerce dar sokağın bir arada olduğu karman çorman bir yer. Sabah kaybolmak için yola çıktığımdan endişelenecek bir durum olmadığını düşünüyorum. Hani kul istemiş bir göz Allah vermiş iki göz misali... Abdal ile bir kaç dakika içinde pazarda kayboluyoruz. Allahtan o buraları biliyordu. Bir de sabah evden çıkarken bir hanımın, bir de gelinin verdiği siparişleri alacağından, önce bu akşam kullanılmak üzere biraz şekerleme ve tatlı kurabiyeler almak için aktarlar ve şekercilerin yoğun olduğu kısma doğru yöneliyoruz.
Bu gece Nevruz (Norooz) yani yeni yıl İranlılar için. Bizde kutlanması şimdilik biraz serbest biraz yasak olan, kimilerine göre Asya’dan göçen Türklerin ilk Batı seferleri sonucu elde ettikleri başarıları kutladıkları için Türk, kimilerine göre ilk Türk takvimi olan 12 hayvanlı Celali takvimini Ömer Hayyam ve arkadaşları biraz değiştirerek kullandıkları için Şii, kimilerinin Hz Musa ve Hz Hıdır ile buluşmasını ve baharın gelişini simgelediği için Hıdırlez adı altında 7 S’li yiyeceklerle donatılan sofralarda daha ileri bir tarihte kutladığı için Musevi, kimilerine göre sadece bir benlik sahibi olabilmek adına kendileri ile pek de alakası olmasa da bir grubun parçası olmak için kutladıklarından Kürt bayramı olarak anılsa da bence ötekileşme adına kutlanırken şekilden şekle sokulmasını bir kenara bırakırsak sadece bir Orta Asya Bayramı demek belki daha doğruydu.
“Ne zaman Yeni yıl?” diye soruyorum Abdal’a. Bir dakika deyip arka cebine elini atarak ufak bir kitap çıkartıyor. “, Mizde see (3) kalander kullanılır. İmdi buralarda bir yerde yazar” deyip başlıyor sayfaları karıştırmaya.
Abdal sayfalara göz atarken yıllar öncesine gittim birden. Küçücüktüm. Yaşım ya 5 ya da 7 gibiydi. Anneannemin evinde Mart ayının ılık bir ilkbahar günüydü. 100 yaşına aşmış kar gibi beyaz sakalları yanı sıra kafasında bir tek sac kalmamış olduğundan o yaşında üşümesin diye hep bir beyaz takke giyen Bebbededem, tuvaletten peştamalının kuşağının iplerini koridorda bağlayarak odaya doğru geliyordu. 90 yaşlarına yaklaşmış Büyükannem yanda oturduğu sedirden kalkıp benim yanımda ki mindere bağdaş kurup otururken, Bebbededeme seslendi. “Mehmet Efendi. Bugün müydü?“
Bebbededem, altı ince bir deri ile kaplı, yataktan çıkar çıkmaz beyaz yün çorapları üstüne ayağına geçirdiği bileklerine kadar kavramış siyah meshlerinin altını, oda kapısı girişi önünde duran nemli bir yer bezine sürüp altını temizledikten sonra “Ya! Bismillahirrahmanirrahim” deyip odadan içeri girdi. Elini sağ tarafta bulunun taş aynalı büyük bir komodinin üzerine uzatıp, çerçevesi artık neredeyse kurtlanmaya başlamış en az 50 yıllık Hicri (Şemsi) takvimi eline alıp gözlerini kısarak bakmaya başladı. “Evet Sıdıka. Bugün Zilhicce ayının son günü. Bu akşam namazından sonra yeni yıla giriyoruz. Yarın Muharrem ayının ilk günü. Allah kabul etsin ve Allah hepimize çıkmasını nasip etsin” deyip benim ve hanımının karşısında ki minder üzerine bağdaş kurup oturdu. Ben de anneme dönüp, yeni öğrenmeye başladığım Miladi takvime göre yakın bir zaman önce girdiğimiz yeni yılı hatırlayıp kafamın karışıklığını gidermek için “Bugün de mi yeni yıl anne?” diye sormuştum yıllar önce.
Abdal’a dönüp zor olmuyor mu 3 takvimle yaşamak diye sorduğumda, gülerek “Bazen kafamız karışıyor!” diye cevap verdi. Bir kaç yaprağı soldan sağa çevirdikten sonra bir sayfada durdu. Yakını rahat göremediğinden cep takvimini biraz ileri uzatıp kafasını da arkaya doğru gerdirerek takvimi kendinden uzaklaştırıp, parmağını Arapça harflerin üzerinde ağırdan ağıra gezdirmeye başladı. Birden durdu ve mırıldanarak bana dönüp;
“Bu gece saat dokuzu on iki dayga yirmi altı sanye keçe teze yıla girecegiz. İhali çıxmamızı nesip elesin. ” diyerek defteri kapattı. Ardından bilmediğimden emin olduğundan muzır bir şekilde gülümseyerek, “Bilir misen illeri? Bilir misen iller bizde heyvan adlarıyla söylenir” deyip başladı bugün İran’da kullanılan 12 hayvanlı ilk Türk takviminin yıllarını belirleyen hayvanlarını saymaya : “Sıçgan (sıçan), Ud (sığır), Tavışgan (tavşan), Lu (ejder), Ilan (yılan), Yunt (at), Koy (koyun), Biçin (maymun), Tonguz (domuz), Bars (pars), Tabuk (tavuk) ve İt (kopek)” dedi.
Bir elinde yoldan geçerken aldığı şekerli bisküviler, diğer elinde bir kilo elma ile her üç-beş dükkânda birisiyle salamlaşarak bazılarından tanıdık yiyecekler alarak çarşıda ilerliyoruz.
“Bu axşam Sofreye Half Sindir. Soframızı yeddi S ile başlayan yemeklernen düzelim” dedi elinde ki torbadakileri göstererek. “Seeb aldık. Alma yani. Siz elma dersiniz… Sir (sarımsak) Sebzeh (yeşillik, marul deretotu gibi ot) da aldık.” dedi kendi kendine konuşur gibi. “Sekkemiz (Para) zaten cebimizde, geriye kaldı Sencet (İğde) ve Somag (sumak) bir de Semeno(Buday ile yapılan bir yemek)”…
“Merhaba Sadık Hacı” deyip bir kuruyemişçinin önünde durdu. Dükkân önüne, sokağa çıkartılmış dört, beş çuval içinde tüm İran’da ve Türkiye’de adını meşhurlaştırmış Tebriz fıstıkları gözüme çarpıyordu. Kimisi hafif tuzlu, kimisi biraz ekşitilmiş bir şerbetten geçirilmiş, kimisi doğal Tebriz fıstıklarından birer avuç alıp benim elime tutuşturdu. Belli ki Abdal, Sadık Hacı’ya gereği kadar yakındı.
Kendisine de biraz fıstık, biraz da Bandar Abbas hurması aldıktan sonra Sofreye Half Sin için kalan eksiklikleri sipariş etmeye başladı. 1 kilo Sencet, 200 gram Somag ve 250 gramda kavrulmuş Semeno alıp Saddık Hacı ile tokalaşıp ayrıldık dükkândan. Bir kaç adım sonra elimizde torbalarla soldaki bir sokağa saptırdı beni. Allah’tan rızkını bekleyen satıcıların bir köşesinde konuşmadan bekledikleri ipek halıların satıldığı yana yana sıralanmış geniş ve aydınlık dükkânların arasında yürümeye devam ediyoruz. Dükkânları aydınlatmak için her birine bir tane konmuş tek ampulden yayılan ışıklar, içimdeki halı sevgisini yeterince kabartmaya yetmişti. Ancak yolum uzun paramda kısıtlı olduğundan “Bir fotoğraf çekmek istiyorum” diyorum arsızca. Dur hele deyip bir dükkândan kafasını içeri uzatıyor…
“Haydar Hacı Menim yanımdaki gonax Türktür. Bir resim çekebiler mi?” deyip izin istiyor. Gülümseyen adamın geniş dükkânı içinde halılardan yansıyan pırıltıları gözlerimi kamaştırınca, gözlerimi kısarak bir kaç kare çekiyorum alelacele. Selamlaşıp ayrılıyoruz.
5 yaşındaki kız torununa yünlü bir külotlu çorap ve gelinine yeni yıl hatırası olarak bir başörtü alıp Gülistan parkına doğru bir caddeye çıkıyoruz.
Birden aklına beni Azerbaycan Müzesine götürmek geliyor. Önce Mescit-i Kabul (Gök Medrese) ve içindeki dökülmeye yüz tutmuş masmavi çinilerini görüyoruz. Ardından da Oğuz Türk boyundan olduğu iddia edilen Azeri şair Khãghãni heykelinin kenarından geçip gördüğünüzde pek de anlamayacağım şehrin en önemli müzesi olan Azerbaycan müzesine geliyoruz.
Abdal birazda yakın tarihten bahsetmeye başlıyor. Tebriz halkı, Safaviler döneminden beri bir Türklerin bir Perslerin ya da Azerilerin sonra da bir Rusların, bir İranlıların eline geçerek iki arada bir derede, bir onun, bir bunun kültürünü alarak bu topraklarda varlığını bence hep arada kalmış bir topluluk olarak sürdürmüş. En son 1828 yılında Rus-İran savaşı sonunda İran tarafında kalınca, alışkın oldukları Rus hegemonyası alışkanlıklarından vazgeçemeyince, yakın geçmişte Şah Pehlevi hanedanlığının Avrupalı siyasilerine yakınlığı sayesinde ülkenin diğerlerini önemsemeden sadece kendilerine verilen bolluklardan da açıkçası pek memnunlarmış. Oysa şimdi ki yeni yönetimin eskiden fakir ve mağdur şimdilerde zengin ve gururlu kendi yandaşlarına sundukları avantajlardan da pay alamayınca, Amerika’nın baskıları sayesinde Avrupalılarla kesmiş olduğu ilişkileri özlüyorlardı. En çok tepkiyi de ülkedeki doğal kaynakları gereğinden daha ucuz bir fiyata bir zamanlar alkış tuttukları Avrupa ve Amerika yerine ülkenin diğerlerinin yandaşı olan Rusya’ya ve Araplara (hatta Türkiye’ye) satmalarını ve devletin kendilerine de pek bakmadığın dile getirip içlerine sindiremiyorlarmış. Ben terazinin ömür yanından ama aynı serzenişleri yaşadığım topraklardan geldiğimden çok da bir şey demeden Abdal’ı dinlemeye devam ediyorum
Kendilerini hep Azeri ve Türk olarak gördüklerinden ve bir fırsat bulsalar anında İran’dan kopmaya hazır olan bu 1, 5 milyonluk (çevre yerleşimlerle İran’ın Güney Azerbaycan Eyaletinde 12 milyon’a yakın Türk kökenli) halkı ayrımcılık güden yapısıyla galiba İran’ın yeni yönetimi pek sevmiyordu. Her an Türkiye ya da Azerbaycan’la birleşme arzusuyla yanıp tutuşan Tebrizliler, İran’da yasak olmasına rağmen Türkiye’ye çevirdikleri antenleriyle tüm Türk film ve dizilerini benden daha çok ezbere biliyorlardı. Burada ki topluluk isimlerini ve yerlerin adlarını başka bir şekilde telaffuz etsem ne kadar da benzer sohbetlerin kendi ülkemde başkaları için ya da başkaları tarafından yapıldığını düşünüp gülümsemeye devam ediyordum.
“Men İraim Hatsas’ı çok seviyem” dedi birden. Önce anlamadım ne dediğini. Bir kaç defa tekrar etmek zorunda kaldı. Sonunda İbrahim Tatlıses'te karar kıldım. Ama ardından oğlunun Emrah’ı kızının ve gelininin de Ebru Gündeş ve Sibel Can’a bayıldıklarından söz etmeye başladı. Benzerliklerimizi anlatmak yetmedi ki başladı TV’de ki “Bir şarkısın sen” yarışmasının neden bittiğini ve sebeplerini sormaya. Ben TV pek seyretmem diyeceğim ama adam o zaman sen nasıl Türksün diyecek diye susup dinledim. Sonra da Abdal’ın sorularına kendimce cevaplar vermeye çalıştım.
Müze içinde herkesi tanırmış bizim emekli Abdal. Girişte müze ücretini verdirmedi bana. “Sen bana konak olun (…bende olsun)” dediğinde anlamayıp, bilet ücretini ödemek istediğimde de bir güzel azarladı beni. Abdal’ı kırmak ne haddime deyip 2 adım kenarda onun bilet almasını bekledim.
Azerbaycan müzesi hem etnografik hem de ulusal müze şeklinde. İçerisi geniş tek odadan ama birkaç kattan oluşuyor. Sağda ve solda camekânlı raflar içindeki kırk çanak-çömlekler ve eski paraların arasında ilerlerken Abdal büyük bir camekân önünde beni durduruyor. Bir birlerine yüzleri dönük bir kadın ve bir erkek iskeleti ile karşılaşıyorum. Yüz yıllar önceden kalma bu iki aşığın birlikte gömülmelerini istemelerini içimde hissettim birden. Etrafa yayılan bir tardan çıkan tınılar eşliğinde yüzyılladır suratları birbirlerine dönük yatan bu iki sevgiliye bakıp müzedeki turumu tamamlıyorum.
“Tebriz bir şeyir ve şairler yeridir” diyor Abdal.
“Çox aşk şeyirleri yazılıftır, Çox şair oxuduftu Tebriz. Hemde irelde bir şairler gabristanı var Görmek istiyir misen ?” diye soruyor ama biraz da çekinerek.
Belli ki öğle yemek zamanı yaklaşmış evde de ondan bir şeyler bekleyenler var... Bize yemeğe gel sonra ben seni götürürüm diye burada ki ilk ama son olmayacak ev davetini alsam da, yolum uzun, zamanım kısa deyip kedisine teşekkür ederek ayrılmak istiyorum Abdal’dan.
Gökten düşen elmayı almak isterken ki Abdal’ın ilk söylediği cümle aklıma geliyor.
-Senen şansın var imiş...
Evet. Abdal şansım varmış deyip, buralarda sevildiğini bildiğim için yanımda getirdiğim İbrahim Tatlıses’in bir kasetini onun bana sunduğu elma gibi ama biraz acemice ben de iki eliminin parmakları ucunda tutarak ona doğru uzattığımda, sevincinden Abdal’ın gözleri doldu. Son birkaç saatte yaşadıklarımızla, yüzyıllar öncesine dayanan köklerimizin özlediği can suyunu vermiş olsak da ayrılığın hüznünü yüreğimizde hissederek birbirimiz sarılıyoruz.
Az gittim uz gittim durumunda ilerilerde Şehriyar'ın (Şairler Mezarlığı) türbesinin tepesini görerek, nargile kahveleri önünden geçip bir o sol sokağa, bir bu sağ sokağa saparak türbenin tepesini kaybetmeden ilerliyorum.
Dar bir sokaktan caddeye çıkınca büyük bir bahçe ve ortasında devasal bir anıtla karşılaşıyorum. Bahçe içinde ilerlerken kapısı neresi diye bakınırken kendimi İmam Seyyid Hamza Camii içinde buluyorum. Tavanı her Şii camiinde olduğu gibi aynalarla kaplanmış. İçerisi pırıl pırıl, sanki havada binlerce beyaz ateş böceği uçuşuyor gibiydi. Camii içinden avluya çıkıp gözlerimin kamaşmasını bastırmak için bir o yana bir buna anlamsızca bakarken ayağım caminin iç bahçesinin ortasında ki şadırvan kenarından akıp giden suyu, cami dışındaki gül bahçelerine akıtan suyolunun boşluğuna takılıyor. Tökezleyerek düşmemek için elimin avuçlarını açıp yere dayanıp yuvarlanmamaya çalışıyorum. Yarın eğilmiş bir halde bir elimi şadırvanın kenarlarından akmaktan yosun tutmuş mermerlerine uzatıp tutunuyor, biraz sendeleyerek tekrar doğruluyorum. Elim biraz acımıştı. İki avucumu bir birine sürttüm. Hem ısınmaya hem de elime yapışan tozları silkelemeye çalışırken öğle yemeği vaktinin yaklaştığını ve karnımın açıklığını düşünmeye başlamıştım.
Kısa boylu, siyah montlu tıknaz bir adam yanıma yaklaşıp. “Yahşi misin? Necesin?” dedi. Evet deyip gülümsediğimde bir eli ile elinde tek ısırık almış olduğu elmayı çekinerek parmaklarını arasına tutarken diğer eliyle tuttuğu, içinde kıpkırmızı elmalar olan kese kâğıdının açarak bana doğru uzattı.
“Al bir dane Saab (elma) ye! Kendine gebersen” deyip konuşmaya devam etti. “Sen Şehriyar'ın türbesini gezimsen mi?” dediğinde anlımın ortasında mı yazıyor Türk olduğum da herkes hemen anlıyor derken, sırt çantama dün bağladığım THY etiketini gördüm. "Evet" deyip ellerimi şadırvanda yıkadıktan sonra elmayı aldım.
“Men şahrem. Şahrem.” dedi. Sen gezen mi Türbe- i Şehriyarı?”
Birden gülme geldi içimden. “Yok, bende yazarım!” diyeceğim ama demedim. “Hayır, gezmedim.” deyip verdiği elmadan açlığımı bastırmak istercesine kocaman bir ısırık aldım.
Camii kapısından çıkıp anıtın üst kısmında ki kapısından girmek için yüksek merdivenleri ağır ağır tırmanıyoruz. Bir yandan da elimde ki elmayı bitirmeye ve azalan enerjimin tekrar yerine getirmeye çalışıyorum. Hamid alelacele elindeki elmayı bitirip, siyah çantasından kırmızı kadife kaplı bir kitabı çıkartıp bana göstererek açtı.
“Bu şerler menen. Men burada şer yazaram ve okuram” dedi. Bir çırpıda evde iki çocuğu olduğunu ve sevdiği kadın ile İstanbul’a çok gelmek istediklerini, biz Türkleri ve Türkiye’yi ne kadar çok sevdiğini anlatıverdi.
Hamid önde, ben arkada içinde 150’ye yakın şairin yattığı anıtının tepesine geldikten sonra bu sefer tam merkezinde, volkanik bir dağın sönmüş kraterine iner gibi yamaçlara yapılmış dik merdivenlerden aşağıya ağır adımlarla iniyoruz. Duvarlarda Farca yazılmış eserler daha girişte girenleri büyülemeye yetiyordu. Yerler ve duvarlar mermer. Bir kaç adım ilerde yerde Şehriyar'ın mezar taşı ve içinde fotoğrafının da bulunduğu kendisine ayrılmış köşesi gözüme çarpıyor.
Elinde ki kırmızı kaplı kendi kitabından bir kaç şiir okumak istedi Hamid. Ben de hayır demedim. Hamid’in heyecanına ortak olmamak elde değildi. Sesi bazı mısralarda bir mırıltı kadar yumuşak ve hafif, bazen bir aslan kükremesi kadar gür çıkıyordu. Ortam git gide bir sis bulutuyla kaplanırken duvarlara asılmış Şehriyar'ın eselerinin farsça yazılmış metinlerine bakınıyorum.
Havaalanında ki hamile kadın ile yanında şakalaştığı kocasının merdivenlerden peşimiz sıra indiğini gördüm birden. Bir yandan Hamid’in ağzından çıkan farsi kelimelerle dolan kulağımı ondan uzaklaştırmadan, kafamı birbirlerinden ayırmak istemeden el ele tutuşarak yanımızdan geçen sabah ki tanıdıklara çeviriyorum.
Parlak camekânlı bir çerçeve önünde durdular. Sol tarafta Şehriyar mezarının yanındaki mermerler üzerinde bir pırıltı oluştu. Mozolenin tam tepesinde ki vitraylı kubbeden süzülerek gelen farklı renklerde ki ışık huzmeleri mozolenin duvarlarında ki mavi ve yeşil çiniler üzerinde ki beyaz Arap harfleriyle yazılmış şiirlerin mısralarına çarpıp yerde bir şekil oluşturdu. Şekli daha iyi algılamak için gözlerimi kıstım. Yerde Şehriyar'ın mezarının yanı başına uzanmış daha bir kaç saat önce gördüğüm iki aşığın isketelerini görünce dondum kaldım.
Hamid şaşkınlığımı anlamış olacak ki, önce eliyle yerde yatan âşıkların iskeletlerinin işaret edip, onların yıllardır burada olduklarını, sonra da elini yerde ki iskeletlerden yeni gelen âşıklarına doğru uzatıp bunlarında yıllarca burada kalacağını fısıldadı kulağıma.
Adam, hamile karısına doğru karşı duvarda yazan şiiri okumaya başlamıştı. Bir kaç farsi mısra çoktan okunmuştu ki tanıdık kelimeler duyunca ben de daha yakına gelip kulak kabartmaya başladım.
XXXX
Ben cehennemde bir yastığı seninle baş koysam
Hiç ayrılmam ki, durup da neden cennete gideyim.
Anne karnında seninle ikiz olsam eğer
İstemezdim doğup bu dünyaya geleyim
Sen yatıp rüyanda cenneti gördüğün gecelerde
Ben de cennette bir kuş olayım ki o rüyaya gireyim
XXX
Hamid tekrar eğildiği kulağıma ve fısıldamaya devam etti. “Şehriyar'ın, Gitme Tersa Balası şiiri. Pek meşhurdur buralarda…” deyip tüm şiiri bana baştan sonuna kadar, olması gerektiği kadar güzel bir ses tonu ile okudu. (Şiirin aslı : http://blog.milliyet.com.tr/Blog.aspx?BlogNo=237294)
Elimde elma koçanı ile bir kaç dakika şiirin karşısında durup kaldım. Hamid durumu anlamış olacak ki “Menen getmem lazım” deyip bir birimizle öpüşerek ayrıldık.
Bir kaç dakika öylesine bakındım etrafıma. Önce yerde ki iki aşığın siluetleri yavaş yavaş yok oldu. Ardında da hamile kadınla kocası mozolenin yan kapsından birbirleriyle el ele tutuşarak uzaklaştılar.
Mozoleden bir ruh gibi çıktım. Yediğim elma sayesinde karnımın açlığı azalmış ama ruhumun tüm derinlikleri açlık mı yoksa tokluk mu olduğunu tam anlayamadığım bir sızıntıyla kaplanmıştı. Bir taksiye durdurdum. Önce “Derbest! (başka yolcu alma, taksiyi kapattım)” deyip, ardında da eski adı Şah gölü olup da İslami Cumhuriyet sonrasında adı değiştirildiği için şimdi İlgölü’ne dönüşmüş içinde bir büyük havuz ve bir güzel bina olan Tebriz şehrinin 20 dakika dışındaki bir parka gitmek için “El Goli Pars” dedim.
...Uzun süredir uyuduğumdan kafamı yasladığım yastık, biraz terden sırılsıklam olunca, hafiften gözümü bir açıp bir kapatarak çevremi algılamaya çalıştımsa da motor gürültüsü ile azalan uykumun tam da gitmediğini hissettim. Yastığın diğer yüzünü çevirip kuru tarafını başımın altına koyarak tekrar uykuya kaldığım yerden davam etmek için gözlerimi kapadım...
Parkın önüne gelince taksi durdu. 2.500 toman verip indim taksiden. Artık o uzaklarda gördüğüm kızıl karlı tepelerin içindeyim. Bir yandan yerdeki son günlerini yaşayan karın, bir yandan çok uzaklardan belki de Azerbaycan’ın kuru bozkırlarından uçup da gelen buz gibi sert bir rüzgârın soğuğu yanaklarımı yalıyordu.
Karnım, elma ile tam doymamış olacak ki tekrar acıktığımı hissettim. El Goli Pars gölü kenarında yürümek için kenarları karlı dik merdivenleri adım adım çıkıyorum. Birden sağda çapı 1-1, 5 metre olan büyük bir bakır tencere içinden çıkan dumanlar gözüme çarptı. Hiç sorgusuz sualsiz kendimi lokantadan içeri atıp “Ash mı bu?” dedim sanki Sultan Ahmet’te ki bir lokantaya girmişim gibi.
Evet, anlamında parıldayarak gülümseyen çekik gözlerle karşılıklı anlaşıp hemen 1 koca tas buğday ve nohut kırmaları ile yapılmış bizdeki yoğurt çorbasına benzer ama daha ekşi ve daha çok ot atılmış Ash yemeğini alelacele içtim. Yanında götürdüğüm bir pilavlı kebabı ve sıcak lavaşları daha kolay yutabilmek için bizdeki soda ve ayran karışımı bir şişe yoğurdu sipariş verip hepsini mideme indirdim. Tatar ve Özbek çocukların gülüşleri arasında yediğim bir kaç tabak yemek sonrasında hesabı ödemek için kasaya geldiğimde ince suratlı genç patron masa kenarındaki abaküsü alıp başladı hesap etmeye.
“Min tümen çorba, 500 şu 750 bu…” Abaküsün taşlarından önce birini parmaklarıyla ileri iteledi, ardından bir diğerini geriye çekti. Sonra aynı abaküs içinde ki iki sütün yandaki başka bir siyah abaküs boncuğunu ileri iterken bir yandan hesabı yapıyor bir yandan da mırıldanıp duruyordu. Toplam 3450 tümen olarak söylediği hesabı nasıl yaptığını sorduysam da anlattıklarını anlayamadım. Bizim kullandığımız Casio hesap makinesini göstererek “Bu aptal işi, abaküs ise beyin çalıştıran bir cevher” dedi. Abaküsün kullanırken ki parmak şıkırtılarının kulağımda bıraktığı tınıyı hatırlayarak sessiz casionun uyuşturduğu beynimin abaküs sayesinde tekrar çalıştığını hissedip hesabı ödeyerek dışarı çıktım. Şimdi daha dinçim. Beynime kan gittiğinden soğuk aynı soğuk, rüzgâr aynı rüzgâr olsa da içtiğim çorba ve yediğim kebap beni kendime getirmişti.
Göl etrafında bir tur atacakken kenarda şakalaşan bir kaç İranlı genç ile karşılaşıyorum.
Artık onlar bana sormadan ben onlara atılıp “Tebrizli misiniz?” diye sorduğumda” hepsi birden gülüşmeye başladı.
Payman gülerek “Bugün yeni yıla gireceğiz, dolaşıyoruz buralarda ” dedi seyrek çıkmaya çalışan keçisakallarını parmağıyla oynayarak. Aynı anda aniden şımarıklık yapmak ve kendini göstermek istercesine birkaç kız arkadaşı arasında dalıp kızların fotoğraflarını çekmeğe çalışan Hasan’a, İran’da bu dönemlerde pek sık okunan siyah-beyaz fotoromanlardan esinlenerek içinde oluşturduğu gururla gerilerek bir artist pozu verdi. Tebriz üniversitesinin kızlı-erkekli gençleri, şehirden ve gözlerden uzak bir yerde el ele olmasa da kol kola güle oynaya geziniyorlardı. Karşılıklı birkaç kare fotoğraf çektikten sonra Aleyna önce gözlerini ihtirasla kıstı. Ardından Mithad’ı gösterip bir yandan fotoğrafının çekilmesinin ve beğenilmesinin gururunu içinde yaşatırken bir yanda da erkeğini kıskandırmak için gözlerini önce Mithad’a sonra da beni bir piyon olarak kullanmak istercesine bana gülümseyerek “Fazla çekme erkek arkadaşım kıskaçtır” deyip Mithad’ın vereceği tepkiyi anlamak için kafasını hızlıca erkek arkadaşına doğru çevirdi.
Mithad, yelkenleri suya indirmek istemeyen, çevresinde ki arkadaşları arasında kara gözlü sürmeli Farsi bir dişinin himayesinde olmasının gururunu zedeleyeceğinden, beğendiği kızın peşinden koşmayacak kadar gurulu bir erkek olduğunu gözler önüne sermek istercesine, yeni yeni öğrenmeye başladığı eşitlik ilkelerini uygulamak adına konuyu önemsemez tavrıyla “Yok canım! Kızlar işte… Çek istediğin kadar çek, çek…” deyip yeni İran’ın kız-erkek ilişkilerinde kendine bir yer bulmaya çalışıyordu. Bir anda ikimiz arasında aynı kızı beğenmiş olmanın yarattığı gizli rakipliğinin oluşturduğu bir paylaşımın yakınlığıyla, Mithad önce ağzını biraz buruşturdu, sonra da kolunu omzuma attı. Ardında da sadece ikimizin anlayacağı bir şekilde o kızın sahibi benim dercesine gücünü sadece bana göstermek için uzun kollarıyla kavradığı omuzlarımı sıkı sıkıya sıktı.
Arkalardan gelen Seba ve arkadaşları Türk olduğumu anlayınca heyecanla benim birkaç fotoğrafını çekerken Aleyna’nın telefonu çaldı. Heyecanlı bir şekilde bir kısmını anladığım kelimelerden oluşan konuşmasını tamamlayıp bir yandan gülerek bir yandan bağırarak diğer kız arkadaşlarına sarıldı.
“Menen ablamın, gızı oldu. Bir dene gene bacım oldu! Bu gün Türkiyeden geliflermiş. Hemiden imdi nenem aradı.” deyip diğer arkadaşlarına tekrar sarılıp bizlerden koşarak ayrılarak bir taksiye binip gitti. Koşarken çantasından düşen elma bana doğru yuvarladı, ayaklarımın dibinde durdu. Mithad’la göz göze gelmemeye çalışarak ayaklarımın dibinde duran elmayı alıp montumun iç cebime attım.
Şimdi bugün 21 Mart 2010, saat akşam dokuzu on iki dakika yirmi altı saniye geçiyordu. Tüm İran’da, tüm Azerbaycan’da tüm Türkmenistan’da, Özbekistan’da ve bilmediğim birçok yerde bu şekilde yeni yıla girildiğine inanan birçok kişi yeni yılı kutluyordu. Bu sabah önce havaalanında sonrada Şehriyar’ın mozolesinde gördüğüm hamile bayan dünyaya bir kız çocuğu getirmişti. Dünyanın bir yerinde bir kız daha doğmuş, hayata neşe katmayı başarmıştı. Hatta şimdi bir evde iki bayram, hem yeni yıl hem de yeni yaşam kutlanıyordu.
Karlı tepelerin arasına kurulmuş kuru soğukların hala hâkim olduğu kış ayının son gününde bir bozkır şehri olan Tebriz’de tüm günümü yürüyerek geçirmiş ve kendi yeni yıllarına girişi kutlayan insanlarla birlikte ben de Norooz’u kutlamıştım. Sofreye Half Sin.deki seeblerin (elma) gökten düşenleri yemiş, ardından içine sir (sarımsak) ve sebzeh atılarak pişiriliş Semona (Budaylı bir yemek) üzerine biraz Somag (sumak) ekip güzelce karnımı doyurmuştum. Yemek üzerine, dilim tatlansın diye bir kaçta Sencet (İğde) atmıştım ağzıma. Sokakta koşturan çocuklara da cebimde kalan sekkelerden (para) çıkarıp verdiğimde gönlümün açlığını biraz olsun bastırıldığımı hissetmeye başlamıştım.
Ruhum doyunca karnımın tokluğunu daha da iyi anlamıştım. Tokluğun rehavetiyle tekrar uykum gelmişti.
...Hostes, yediğimiz yemekleri toplamak için kabindeki yemek arabası ile yanımda durmuştu. Bir onun karakaşlı iri gözlerine birde yediğim yemeklere bakarken göz kapaklarım kapanmak üzereydi. Son yudum suyumu da içip tekrar yastığa kafamı koydum...
(Mart 2010)