Şadi'nin Bahçesi ve Türbesi - Şiraz

...Hostes, yediğimiz yemekleri toplamak için kabindeki yemek arabasıyla yanımda durmuştu. Bir onun karakaşlı iri gözlerine, bir de yediğim yemeklere bakarken göz kapaklarım kapanmak üzereydi. Son yudum suyumu da içip kafamı tekrar yastığa koydum...
Yaşadığım şehre 3.000 km uzaklıkta, Şiraz’dayım. Hava sıcak. Güneş doğudan doğup gün içinde yaşananları yanına alarak Batıdan, kurak çöl tepeleri üzerinden batmak üzere. Yolculukta üşümemek için giydiğim montum, uçaktan çıkar çıkmaz sırtımda bir fazlalık oluşturduysa da güneşin dağların arkasına düşmesiyle, cılız sokak lambalarıyla aydınlanan palmiyeler altında ki parkta taksi beklerken gün artık bizi terk ediyor, yerini bozkırın soğuk gecesine bırakıyordu. Aniden soğuyan yarı çöl havasında birden üşüyorum. 

Daha birkaç dakika önce fazla gelen montumun ön fermuarını yarıya kadar çekerek taksi sıramın gelmesini bekliyorum. Uçakta, ön koltuklarda oturan genç bir çift benden önce çıktıklarından taksi sırasında, önümde ayakta dikiliyorlar. Güneşin batmasını fırsat bilen gece ayazı aniden patlak veren ufak bir hortuma dönüşüyor ve bir pervane gibi dönerek yerdeki tozları kaldırıyor. Ben hala sarı ışık altında salınan palmiyelere, Firavunun yellenirken Nubyalı kölelerinin salladığı yapraklara baktığı gibi alttan bakıyorum. Önümde ki genç kız, birden, aynı rüzgârın yaptığı gibi kolları arasında duran siyah feracesini iki eliyle tutup, daha önceden beyaz bir tülbentle kaplı başı üzerinde önce bir çeviriyor sonra da sadece yanaklarının yarısını göreceğim şekilde başına sarıyor. Kız, aynı anda bir elini çenesinin altından feracenin iki yakasını sıkıca tutarken bir yandan da gözlerini de kısıp etrafı toz duman eden rüzgâr karşısında kendini koruyor. Kocası biraz temkinli olsa da karısı kadar hazırlıklı olmadığından adam ve ben, kadın gibi örtünecek bir şeyimiz de olmadığı için açık duran gömlek yakalarımızdan içimize giren kum ve toz parçalarını ayakta zenneler gibi dans ederek paçalarımızdan düşürmeye çalışıyoruz. 

Göz kapaklarımın arasına sıkışan tozlardan kurtulmak için gözlerimi daha fazla açıyorum. Elimle kirpiklerimdekileri temizlemeye çalışırken daha içimdekilerin kaşıntısından kurtulmadan ikinci bir dalgayla bu sefer ağzımın içi kumla doluyor. Tozları tükürerek çıkarmaya çalışıyorum. Dudaklarım arasından çıkan pırt-purt seslerine karşılık önümde ki genç kız bir elini hala çenesinin altında tutarak kapattığı boynunu bana döndürüp, biraz aşağılarcasına garip bir bakış fırlatıyor. Utandım birden! Neden korunacak bir feracem yok ki diye düşünüp başımı öne eğerek taksinin bir an önce gelmesi diliyorum. 

Birkaç taksi arka arkaya gelince alel acele atlıyorum birine. Gece karanlığında ışıl ışıl yollarda ilerliyoruz. Ben de kendimi, haddimi bilmeyerek bir gezgin saydığımdan, etrafım da ki her ışıklı türbe kırıntısına bakınıp, hayata 1292 yılında gözlerini yummuş olsa da aşka olan inancı hala tüm dünya üzerinde yaşadığından, İran’ın tasavvuf şairlerinden gezgin Şirazlı Şadi’nin türbesi görür müyüm diye etrafıma bakınıyorum. Şoför kilometrelerce uzunluğunda sağda ve solda ki bahçeleri gösteriyor birden. Önce ne demek istediğini anlamıyorum. Aklım Şadi’de olduğundan çok ışıklı bir camii görünce “Burası mı Türbe i Şadi?” diye şoföre soruyorum. 

Taksinin tüm camları sonuna kadar açık gidiyoruz. İran toplumunun yaşantısına yön vermiş olan Şadi’yi biliyor olmam şoförde bir heyecan yaratmıştı. Parlayan gözlerle önce “Yok” dercesine başını geriye doğru kaldırdı sonra da son 15 dakikamızda yol boyunca gördüğümüz gül bahçelerini tekrar anlatmak istercesine elini pencereden çıkartıp ileride ki boşlukları, Şadi’nin 2. en büyük eserinden durumu kavrayacağımı düşünerek “Gülistan, gülistan! Bağça…” dedi. 
Kafam hala Şadi’de… Gelmeden hızlıca Bostan’ını okumuştum. Şimdi elimde Gülistan eseri var… 13 yüzyılda ahlak ve yaşam derslerini, her kesimden insana hitap edecek tarzda, tasavvuf edebiyatının tüm inceliklerini kullanarak yazdığı kitabını açıp içinde ne var diye bakınmaya başlıyorum. Giriş sayfalarında bir yere gözüm takılıp kalıyor. 
Gülistan, 1.Bölüm - Sultanın geleneklerine dair: Geride bir eser bırakmayan Sultan, öbür tarafa gözleri açık, gönlünü bu dünya bırakır da gidermiş. Ne oralı olurmuş ne de buralı. Cennet ile cehennem arasına sıkışmış, Araf dağlarında huzur bulmadan sonsuza kadar kalırmış…

Korkutarak olsa da Sultanları bile eğitmesini bilmiş ve onlardan gereken övgüyü alabilmiş bir şairmiş Şadi. Etrafta uçuşan tozların yanı sıra serin bir havaya takılıp arabanın içini kaplamış gül kokuları eşliğinde bir yandan kuru çöl topraklarında yaratılan kilometrelerce uzunluğunda ki cennet bahçelerini bir yandan da o dönemde bahçeler içinde koşuşturan karakaşlı cariyeleri ve peşi sıra onları korumak için takip eden Afrikalı hadımları hayal ediyorum. 
Şehre yaklaştıkça trafikte sıkışmaya başlıyor. Şoför “Hangi otel?” diye soruyor. “Bilmem!” dediğimde “Sen deli misin Norooz’da (Bizlere göre 1 Ocak gibi 22 Mart akşamında) otel ayarlanmadan buralara gelinir mi? Yer bulamazsın vallahi” diyerek bir güzel azarlıyor. 

O Farsça ben Türkçe konuşsak da konuşmalarımızın aralarına sıkıştırdığımız bir kaç İngilizce kelime yanı sıra Türkçeye girmiş 1000’e yakın Farsça kökenli kelimeler sayesinde birbirimizi rahatlıkla anlayabiliyoruz. 
Yolda ilerlerken, asfalt kenarına ya da kaldırım üzerine kurulmuş bir kaç çadır görüyorum. Bir anlam veremeden ara sokaklar arasında bir kaç otele bakıp hiç birinde yer olmadığından neredeyse gördüğüm çadırlardan birine de sırt çantam içinde ki uyku tulumumu açıp uyumayı düşünüyordum. 

Bir sürü otele bakarak şehri baştan sona bölen Zend Bulvarı üzerinde ilerliyoruz. Cadde, 3’er şeritli olsa da arabaların aralarda da gitmesiyle 5, hatta 6 şeritli gibi. Biraz önceki otelden telefon ettiğimizden Kowsar otelde yer olduğunu öğrenmiştik. Şoför Zen Bulvarı üzerinde tam otelin kapısı önünde neredeyse yolun ortasında bir yerde devenin canı istediği yere durup da çömelmesi gibi aniden duruyor. Taksinin, otel kapısının birkaç metre ilersinde ki boşluğa neden girmediğini düşünürken, tam otel kapısı hizasında ama yolun 2. şeridinde durup da bana naziklik mi yapmaya çalıştığını anlamak için adama baktığımda, şoför hiç de istifini bozmadan “Geldik işte” diyor. İlk şeritte her tarafı çarpık başka bir araba park etmişti. Benim taksi sağa, gereğinden fazla yanaştığından sol kapıdan inmeye karar veriyorum. Daha elimi kapıya uzatmadan solda ki 3. şeride bir başka araba çoktan park etmişti. Yolun geri kalan kısmındaysa birbirini iteleyen çarpışanarabalar gibi bir sürü araba hala bir birini geçmeye çalışıyorlar. Benim ahesteliğim sayesinde arada sıkışsak da, taksi şoförü hiç bir tepki vermeden sanki bu işin doğallığının, Asya’nın sıcak ve tozlu yaşantısının etkisinde yüzyılların vurdumduymazlığında kabul etmişçesine rahat bir şekilde -hayat suyu akması gerektiği gibi akar- yaklaşımıyla koltuğunda öylesine bana bakarak bekliyordu. Birkaç saniye içinde sol tarafta ki 3. şeritte durmuş olan dolmuşun ön kapısı hızlıca açıldı. Önce bir genç adam ardından kocası ile şoför arasına oturmuş bir kadın kucağında bir bebekle kocasının peşi sırasında indiler. Siyah çarşafla kapalı kadın bir elinde tuttuğu bebek pusetini arabalar arasında kalmasın diye kafası hizasına kaldırıp, diğer eliyle kapıyı kapatmaya çalışırken aniden hareket edip giden dolmuşun yarattığı boşlukta, “indim, indim”, “inemedim”, başka bir dolmuş duracağı için arabada kalacağım korkusuyla kapıyı hızlıca açıp kendimi yola attım. Hiç istifini bozmayan taksi şoförü, içeride verdiğim paranın üstünü, 3. şerit üzerinde ben diğer arabaların beni ezmesin diye taksiye iyice yanaşmış haldeyken camdan uzatıyordu. Bu esnada taksinin gitmesine sanki ben engel oluyormuşum gibi arkamdan çalan klakson sesleri de tüm Şiraz’ı çınlatıyordu. Sırt çantamı ve para üstünü alarak taksiyi yolun ortasında bırakıp, kimin nereye ve ne için park etmiş olduğunu anlamadığım bir sürü araba arasında geçip kaldırıma kendimi atıyor, ardında da akın akın kimilerinin aşağıya kimilerinin de yukarıya gittiği kadınlı, erkekli, çocuklu kalabalık arasından kaldırımı geçerek hızlıca otel kapısından giriyorum. 

Terlemiştim! Heyecanımı anlayan otel görevlisi “You are luky!” dedi bu şehirde bu zamanda bir oda bulduğum için. Ancak odama çıkmak için anahtarımı verirken utana sıkıla bir yandan özür diliyor bir yandan da anahtarı Tebriz’den alıştığım bir görüntü eşliğinde, iki elinin parmakları ucunda bir Kuran’ı sunarmış gibi her an yere düşecekmiş de kırılacakmış endişesiyle uzatıyordu. 

Tuvaleti ve duşu olmayan bir odam olduğundan ortak kullanımda ki hamamda bir duş aldıktan sonra odaya geliyorum. Kapı arkasında ki askıya astığım elbiseler penceresi olmayan odayı biraz daha ufaltmıştı. Sadece tek kişilik bir yatağın sığabildiği oda içinde sıcaktan tek bir çarşaf örtünerek uzandığım yatağımda Gülistan’dan bir sayfa daha okumaya karar veriyorum. 

Gülistan, 3.Bölüm - Kanaatin ve yetinmenin erdemleri: Bir hastaya sormuşlar “Gönlün ne istiyor?” Hasta “Bir şey istememeyi istiyor” diye cevap vermiş...

İğne atsan yere düşmeyecek bir Şiraz’da bulduğum bir odanın yüreğimde yarattığı keyfi, sonsuz bir maddi güç ve süresiz bir yaşamın dahi veremeyeceğini hissettim birden. Sonsuz genişlikte ki bir evrende yaşarken, her türlü mutluluk kaynağının bizzat kendimiz olduğunu, düşünmeye vakit ayırabildiğimiz ve beynimizi ruhumuzdan gelen esintilerle yönlendirebildiğimiz sürece daha huzurlu olabildiğimizi yatakta gözlerim yavaş yavaş kapanırken anlıyordum. 

...Hostesin, yan komşularıma sunduğu kahvenin kokusu, ruhumu yumuşatmaya yetmişti. Gözlerimi açmadan bir nefes çekip “sahip olmadan”, “olmanın” verdiği hazla, komşularımın kahvesine ortak oluyor ve kafamı kaldırmadan uykuma kaldığım yerden devam ediyorum...

Gecenin ilerleyen bir saatinde uyandığımda karnım acıkmıştı. Otel görevlisinin şehrin tanıtımı amacıyla Şiraz turizm ofisi tarafından, kolay kolay yırtılmasın diye parlak kuşe kâğıda bastırılmış, Şiraz haritasına ve üzerinde İngilizce yazılan ve fotoğrafları olan -gezilecek yerler- kısmına bakıyorum. İran, gitgide beklentilerimin üzerinde bir hizmet sunmaya başlamasının yarattığı şaşkınlıkta gözüm hemen gezgin şair Şadi’nin Türbesini arıyor. Şehrin biraz dışında gibi olsa da çok uzak olmadığını anlayınca onu yarın gezmeye, şimdi önce bir yemek yemeye karar veriyorum. 

Şiraz’da da, Tebriz de ki gibi lokanta sayısı yok denecek kadar az. Turistlere yönelik birkaç kebap lokantası dışında, bizde ki dönerci büfeleri, buralarda tavuk çevirme büfelerine dönüşmüş vaziyette. Her 5-10 dükkânda bir karşımıza çıkan bir tavuk çevirmeciye girip, nar gibi kızarmış piliçlerden ister but, ister kanat, ister komple bir pilici, soğuk bir ayran-soda eşliğinde midenizi götürebiliyorsunuz. Ben tavuk yemem diyenlere, biraz yağlı sarımsaklı kebaplar, sokaklara kurulmuş sıra sıra mangallar üzerinde odun kömürü ateşinde pişiyorlardı. Ben ara sıra kebap yesem de tercihimi çoğunlukla tavuktan yana kullandığımdan masalarını kaldırım üzerine çıkartmış bir piliççiye girip yarım bir tavuğu mideme indirerek karnımı doyuruyorum. 

Kerim Han-e Zend Bulvarı üzerinde bolca bulunan kaçak parfüm ve güzellik malzemesi ya da çanta, kemer, ayakkabı, vs… satan dükkânlar arasından geçip 18 yüzyılda Nadir Şahın komutanlarından Kerim Hanın, kendi hükümdarlığını (Zend Hükümdarlığı) kurup hem bölgeyi hem de tüm İran’ı yönettiği Kerim Han kalesine doğru yürüyorum. M.Ö 4. yüzyıldan bu yana 1, 5 milyon km2 alanda yaşayan İranlıların tarihine baktığım da her dönemde 3-5 farklı hükümdar bir birbiriyle ara sıra çatışsa da hep bir güç dengesi içinde kendi çöplüklerinde öten horozlar misali, kendi bölgelerini himayeleri altında tutmuşlar. Her zaman Merkez’e bağlı kalındığı ya da bağlı gibi gözüktüğü bir ilişkisin içinde yaşantılarını sürdürmüşler. Kerim Han'da 18 yüzyılda Nadir Şah, Kafkasya fetihleri için kolaylık olsun diye Başkenti İsfahan’dan Meshed’e taşımasıyla Şiraz’dan uzaklaşınca, arından da Nadir Şahın ölmesi sonucu yaşanan kaosta zayıflayan İran Hanedanlığını ele geçirmiş ve Hanedanlığın başına da kendi yandaşı III. İsmail’i geçirip uzunca bir dönem İran’ı geri plandan yönetmiş. 

Devlet yönetim hikâyelerinin ve yaşam mücadelelerinin Doğu komşumuzla ne kadar benzer olduğunu düşünerek sokakta yürüyordum. 

Kaldırım üzerinde kurulu çadırlar arasından ilerlerken uçaktan indiğimde taksi durağında ki genç çiftle karşılaşıyorum. Saat gecenin onu olmasına rağmen, kaldırım üzerine kurulu çadırların önüne serili geniş ve renkli Şiraz kilimleri üzerinde, bir kolunu yasladıkları içi saman dolu yastıklara karşılıklı uzanmış çıplak ayaklı erkekler sohbet ediyorlardı. Çadırların etrafında koşturan, top oynayan, ip atlayan çocukların bağrışmaları bazen erkeklerin sohbetlerini bastırsa da, bir yandan kocalarına ve çocuklarına hizmet eden kadınlar, yerlere yağ damlamasın diye kilimlerin çadırlarından uzak bir köşesinde hem tencere içine koydukları hayvansal yağlarla etleri kızartıyorlar hem de kocalarına laf yetiştirerek onların sohbetlerine ortak oluyorlardı. 

Önce biraz hayıfladım bu görüntüleri haddimi aşarak… 

Kilimin ortasında kocası ile annesi arasında ayakta duran genç kız, elinde olmadan beni fark edince annesinin verdiği tabağı genç kocasına uzatırken tekrar göz göze geliyoruz. Karakaşlı kızın havaalanında ki taksi durağında, gözlerin, sözlerin anlatabileceğinden daha net bir anlatımla aktardığı aşağılama bakışı hala beynimde tazeliğini koruyordu. Sadece bir kaç salise içinde gözlerimizle konuşarak karşılıklı iletişim kurabildiğimizden sanki çok uzun zamandır birbirini görmeyen iki kişinin yıllar sonra bir yerde karşılaşmasının yarattığı heyecanla bir birimizi hemen tanımış ama tanışlığımızı kimsenin bilmemesi gerektiğinden karşılıklı olarak bir korkuyu da içimizde oluşturmuştuk. Genç kız, bu sefer babası olduğunu tahmin ettiğim adamdan çekinerek başını birden öne eğdi ve bir kralın önünden eğilerek çekilen başvezir gibi geriye doğru çekilerek çadıra yöneldi. Galiba benden, uzak yoldan gelip bilmediğim bir yaşam içinde uyumlu olamadığımdan, ağzımın içine giren tozları çıkarmak isterken yaptıklarıma gösterdiği tepsinden de biraz utanmıştı. 

Birden gözlerimin önüne, Belgrat ormanlarında ailecek yaptığımız bol dumanlı pikniklerin, Kilyos, Şile sahillerinin kızgın kumları üzerine yaydığımız yer yaygılarında yediğimiz köftelerin ve sonrasın da malaklar gibi kızgın güneş altında uyuduğumuz günlerin görüntüleri geldi. Ardından Yunanistan’ın Peloponnese yarım adasında güneşten etkilenmemek için her daim su akan görkemli bir zeytin bahçesinde ki sundurmalar altında çıplak ayaklarımıza giydiğimiz sandaletlerle çıktığımız revival kanepeler üzerinde ağzımıza attığımız üzümleri ya da parmaklarımızdan yağlar akarken yediğimiz zeytinyağlı dolmaları ve ihtiraslı sohbetlerimizi anımsadım. Sonra da Amsterdam’da ki Vondelpark’da bir battaniye üzerinde evde yaptığımız soğuk salamlı sandviçleri yerken cinsellik tercihi başka olanlarla insanlık ve tercihler üzerine saatlerce yaptığımız muhabbeti hatırlayıp birden susturdum beynimde ki cahilce düşünceleri. Mekânlar farklı olsa da insanların benzer davranışlarının yöresel etkilerinden çok, insani bir duygu olduğunu yörenin sadece yenen yemeklerin tiplerine etki edebildiği düşünürken elimde ki Gülistan kitabı yere düştü. Rüzgârda bir kaç sayfa hızlıca çevrilip, bir sayfa açıkta kaldı. 

Gülistan, 4. Bölüm - Sükûtun faydasına dair: Bir derviş kendisine hakaret eden kişiye âlim kişi cahille yüz göz olmaz dercesine, “Söylediğinden daha kötüyüm ben. Sen benim kadar bilemezsin beni.” cevabını vermiş.

Yere eğilip kitabı alırken, çadırın içine geri geri girmeye çalışan kızla tekrar göz göze geliyorum. Bu sefer kız gözlerini biraz kısarak özür diler gibi baktı bana. Ben de ona, az önce onu ve ailesinin yaşantısını tanımadığım için hayıfladığımı düşünerek karşılıklı birer özür dilercesine ve karşılıklı birbirimizi affedercesine bir gülümsemeyle karşılık verdim. 
Gözlerin yarattığı iletişim gücüne şaşırıyor ve ön yargılarımdan arınmış, düşüncelerimi yönlendirmiş olmanın verdiği rahatlıkla içine girmeyi pek düşünmediğim Kerim Han kalesine doğru gidiyorum. 
Kalenin İtalya’da ki Pizza kulesi gibi yamuk bir kulesi, korunma amacı yerine sanki bir sanat eseri yaratmak için özenle yığma tuğla sisteminde yapılmış. Bir zamanlar Perslerin başşehri olan çölün ortasında ki Şiraz’da -bu nasıl bir hayat yaklaşımıdır?- diyerek sütün ve duvarlarının bir kaç fotoğrafını çekip herkesin akın akın yöneldiği bir tarafa doğru ben de yöneliyorum. 

Sanki yemeğini yiyen sokağa dökülmüş, sokağa dökülende bu caddeye yönelmiş gibi, hani neredeyse tüm Şiraz, Mina’ya Şeytan taşlamaya gidiyorduk. Yolda yeni yemekleri biten İranlılar çadırlarının fermuarlarını çekerek bizlere katılıyor her saniye sayımız katlanarak artıyordu. 

Birkaç ışıklı kavşaktan, hiçbir surette durmayı düşünmeyen arabalar önüne kendimizi atıp mırıldanarak, kitle davranış psikolojisi içerisinden ilerliyoruz. 

Yolda içinde yüzlerce çadırın olduğu birkaç parkı ve cadde ortalarına kadar sandalyelerin çıkartıldığı aşh lokantaları ile tüplü lüks lambalarıyla aydınlanan lokma kızartan seyyar satıcılar görüyorum. Çadırlarında yemek yapmayıp buralarda karınlarını doyuranlar, karınları doyunca kalabalığa ekleniyorlardı. Son bir dönemci dönüp ışıklı bir kapı ve kubbesi pırıl pırıl aydınlatılmış bir türbeye geliyoruz. Yanımda ruh halinde yürüyen birisine soruyorum neresi burası diye. 
“Şah-e Cerağ” diyor gözlerini türbenin ışıklarından ayırmadan. 

Sanki bir güç bizi kendine doğru çekiyor gibiydi. Elimde ki İran gezi kitabını (http://www.irangezi.com/) açıyor, bir yandan yürüyor bir yandan da bir şeyler okumaya çalışıyorum. Şiilerin 12 imamımdan İmam Rıza’nın kardeşi Seyid Emir Ahmet’in türbesiymiş burası. İsfahan’dan Şiraz’a gelip Şiiliği yaymak için mücadele verirken burada öldürülünce kendisi adına bir türbe yaptırılmış. 

Işıklı kapı ve yumurta gibi türbenin ışıklandırılmasına hayran kalarak kalabalıkla birlikte ilerliyorum. Kapının yanına gelince kadınlar ve erkekler ikiye ayrılıyoruz. Sırt çantamı ve fotoğraf makinemi emanete bırakmamı istiyorlar. Bu kadar kalabalık olmasına rağmen herkesin aynı şeyi yaptığını görünce çekinecek bir şey olmadığını düşünerek, ufak cep fotoğraf makinemi pantolonumun cebine atmayı ihmal etmeden bende eşyalarımı bırakıyorum. Kitlesel olarak ilerlediğimiz kontrol noktasında üzerimiz aranıp içeri giriyoruz. Adım adım ilerlerken bahçe içinde ki ışıklar daha da artıyor. Etrafı medrese odalarıyla çevrilmiş orta bahçe kırmızı halılarla kaplanmıştı. İnsanların kimisi yerde uzanmış uyukluyor, kimileri karşılıklı bağdaş kurup oturdukları halı üzerinde sohbet ediyor, kimileri de etrafın huzur verici ortamını içine yerleştirmek için hoparlörlerden tüm bahçeye yayınlanan Kuran sureleri dinleyerek tek başına ışıkları ve türbeyi seyrediyordu. 

Bahçeye giren kitle kalabalık bu şaşaa ve albenilik karşısında önce bir şaşırıyor sonra da bahçeye dağılıp kendine bir yer bularak hayal ile gerçek arasında gidip geliyordu. Bende de farklı bir his yaratmadığından, ben de bu kalabalık kitle ile aynı duygularla ilerliyordum. Önce bir köşeye oturdum, kaldım. Ayakkabılarımı çıkartıp uzattım ayaklarımı kırmızı halıların üzerine. Sonra halı üzerine sırt üstü yattım. Tek bir yıldız gözükmeyen karanlık gökyüzüne ve derin evrene bakmaya başladım. Öylesine durdum düşündüm, hiçbir şey düşünmeden. Sonra da öylesine bakındım etrafıma, hiçbir şey algılamayı istemeden. Sanki beynim boşalmıştı. Çevremde ki her şey boş bir tını gibi gelmeye başladı. Yaşantıda ki her tutku sırtımda taşıdığım bir yük, içimde yaşattığım her bir ihtiras, içtikçe susuzluğumu daha da arttıran bir şarap gibi sahip oldukça daha da artacak bir beklentiye dönüşmeye başladı. Yattığım yerde, taşıdığımı düşündüğüm yüklerden ve benliğimi sardığına ve beni yemeye çalıştığına inandığım beklentilerden kurtulmaya çalışırken önce halıların içine sonra Şah-e Cerağ’ın mermerleri arasına ardından da kurak Şiraz topraklarının altına oradan da dünyanın arzına doğru sürüklenmeye başladığımı hissettim. 

Türbe içinde ağlamalar kulağımda çınlayınca birden irkildim. Aniden kalkıp “Daha ölmedim ve ölmeye de niyetim yok. Tutku ve ihtiraslarım bu yaşamda bana sunulan hediyelerdir. Tanrı istemeseydi bunları bana vermezdi!” diyerek tekrar ayakkabılarımı giyip bahçenin ortasında ki büyük su havuzu kenarından ilerleyerek türbenin kapısına yöneldim. 
Türbe girişinde bir kutu vardı. İçinde, kalınlığı bir iki santimlik dairesel taşların olduğu bu kutudan türbeye girenlerin kimisi bir tane alıyordu. Bende bilgisizce içeride lazım olur diye bir tane aldım… İç mekân kapısı önüne geldiğimde içeriden dışarıya geri geriye çıkan yarı eğilmiş insanlarla çarpışmamak için dikkatlice yürüyordum. İçeride ağlamaklı sesler gitgide artıyordu. 

Kapıdan içeri girer girmez gözlerim kamaşıyor. 

Kapıdan giren önce bir yerlere kadar eğiliyor, sonra da Seyid Emir Ahmet’in türbesini öpmeye başlıyordu. Bu seremoniyi bitiren her tarafı aynalarla kaplı türbe içinde bir köşeye oturuyor ve hayatını sorgulamaya başlıyordu. Her 3-5 dakikada bir türbe içindekilerin ağlamaklı duaları, her tarafı köşeli aynalarla kaplanmış olduğundan gereğinden fazla bir eko yaratan kubbelere çarpıyor, ağlama efektleri katlanarak çoğalıyordu. Ortamdan etkilenmemek mümkün değildi. Ben, eğilme ve öpme kısımlarını atlayarak türbenin bir köşesinde birkaç dakika durup duanın yeri ve zamanı olmaz diye Allah dua edip ve sevdiklerimin sıhhatli olmasını diledim Tanrıdan. 

Şiiler namaz kılarken alınlarını toprağa değmesi gerektiğine inanırlarmış. Türbe girişinde aldığım sıkıştırılmış toprak taşı çıkarken yerine koyup girdiğimden daha hafif bir halde birazda huzurlu olarak geldiğim gibi çıkarak otele döndüm. 
Dua ederken düşüncelerim, hayatım ve sevdiklerimin etrafında yoğunlaşmıştı. Evden kilometrelerce uzakta olmanın verdiği yalnızlık hissiyle de birleşince içim tarifi imkânsız bir sızıyla kaplandı. Daracık odada ki yatağımda Gülistan’dan sadece birkaç mısra okumuştum ki göz kapaklarım ağırlaşınca kitap elimden yere düştü… 

Gülistan, 5. Bölüm - Aşka ve gençliğe dair: Sevgilisini uzun süre görmeyen bir âşık ansızın sevgilisi karşısına çıkınca “Nerdesin? Seni özledim” demiş. Yaşantılar dengede olduğu sürece huzurun olacağını bilen Sevgilisi “Hasret, usançtan iyidir” diye cevap vermiş…

Güneşli ama serin bir Şiraz sabahında uykumu almış olarak kalkıyorum. Sıcacık lavaş ekmekleriyle yaptığım bir kahvaltı sonrası Şadi’nin türbesine gitmek için kendimi sokaklara atıyorum. 
Önce Vekil Camii’ne ardından da kilometrelerce uzunlukta ki daracık sokaklarıyla Asya’nın en çekici çarşılarından biri olan Şiraz’ın kapalı çarşısında yani kendi adıyla Vekil Pazarında bir tur attıktan sonra taksiye biniyorum. Şehrin dış mekânına doğru gidiyoruz. Yol üzerinde olduğundan Kerim Hanın, altından geçilerek Şiraz’dan ayrılanırsa sağ salim geri dönüleceğine inanılan, İsfahan yolu çıkışına yaptırdığı Kuran Kapısının (Dervaz-e Kur’an) yanından geçip ilerliyoruz. Taksi artık bir yerden sonra caddede ki kalabalık yüzünden gidememeye başladı. Dün akşamki insan seli sanki başka şehirlerden gelenlerle birleşmiş bir haldeydi. Sofi caddesi üzerinden bu sefer arabalar, insanlar arasında sıkıştığından kımıldayamıyordu. Taksiden ücreti ödeyip iniyorum. Sabah serinliğinde sayıları binleri aşan bir insan seli ile ilerliyorum. Yol üzerinde kâğıt helva satıcıları, köşe başlarında en fazla 4 çocuğun bine bildiği dönme dolaplar, hep bir ağızdan bağıran su ve şerbetçiler, omuzlarına astıkları kutularda buzdan yapılmış dondurma satan kasketli satıcılar tam bir panayır havasını sergiliyorlardı. 

Uzaktan Şadi’nin türbesini görünce giriş kapısında ki uzun kuyruk gözümü korkutuyor. İçeriye, sırada birkaç saat beklemeden girmenin imkânsız olduğunu anlıyorum. Yüzümü göğe çevirip bir dilek tutarak direk kapıya yöneliyor ve kendimin bir gezgin olduğumu çok da vaktim olmadığından doğrudan kapıdan girmek istediğimi söylüyorum. Tamam diyor kapıda ki görevli. Dileğimi gerçekleştirdiği için gezginler tanrısına teşekkür edip, kapı önünde ki yığılı insanlar arasından geçip gidiyorum. 

Şiraz’da yetişen ve özel bir servi tür olan Servinaz servileri ile (Sarv-e Naaz) çevrili türbeye doğru yolun ortasında ve iki kenarında akan suları çevreleyen gül bahçeleri eşliğinde türbeye doğru ilerliyorum. Bahçenin çeşitli yerlerine konulmuş hoparlörlerden yayılan Şadi’nin şiirleri sabah esintisinde öten bülbüller eşliğinde sanki önce tüm girenlerin ruhlarını ele geçiriyor sonra da hepimizi uçan bir halı üzerine koyup bahçe içinde dolaştırıyordu. Artık söz bitmişti. Yaşının kaç olduğunun önemi olmadan bahçe içinde gezinen her yaştan insan ya elinde Şadi’nin bir kitabının sayfalarını çeviriyor ya da duvarlara asılmış eserlerini okuyordu ya da eserlerini satan kitapçıdan bir şiirini satın alıyordu. Bir şadırvanın köşesine iliştim bende. Yüzlerce İranlı gibi elimde ki Gülistan’dan kendi benliğime bir bilgi daha sokabilmek için bir sayfa açtım. 

Gülistan, 7. Bölüm – Eğitim ve öğretime dair: Adamın biri gözü ağrınca baytara gitmiş. Baytarın verdiği ilaç adamın gözünü kör edince adam şikâyet etmek için soluğu Kadı’da almış. Kadı, “Eşek olmasaydın baytara gitmezdin. Her koşulda ve her zaman kendisini eğitmesi bilmeyen insana her şey müstahaktır” deyip adamı haksız bulmuş…

Kalabalıktan ite kaka mezarı başına kadar gidip Şadi’ye olması gerektiği gibi saygımı sunduktan sonra türbesinden çıktım. Biraz sona yaklaşmış olmanın rahatlığı ile bundan sonrasının plansızlığında sokaklarda öylesine yürümeye başladım. Türbe yanındaki Gülistan parkından sayıları yüzleri aşan çadırlar arasında oynayan, uyuyan, sohbet eden, akan sularda yıkanan, yemek yapan, binlerce insan görmüş olsam da tek şey görmeden, “olur olmaz yerde namaz kılan” görmeden geçip bu sefer bir başka şair olan Şirazlı Hafız’ın türbesine yöneldim. 

Hafız’ın eserleri ve yarattığı etki İran halkı ve dünya edebiyatı için Şadi’den daha önemliydi. Gerek mey’e olan yatkınlığı gerekse aşka olan tutkunluğu konusunda Hafız’ın eline su dökecek kimse olmadığı söyleniyordu. Birkaç şiirini okuyunca aynı düşünceler bende de oluştuysa da vakit öğleyi geçtiğinden aynı kalabalık kitle eşliğinde Hafızın türbesini de hızlıca ziyaret edip, türbe bahçesinde yüzlerce kişiyle birlikte bir ağaç altında, yerde bağdaş kurup Hafızın şiirlerini dinleyerek bir öğle yemeğimi yedim. Yemek sonrası yönümü bir zamanların ünlü ŞİRAZ (Shiraz grape) üzümleriyle dolu İrem bağlarına çevirdim. 

İrem (Cennet) bahçeleri şehrin Kuzey Batı tarafındaydı. Her üzüm bağı gibi Şiraz bağları da sırtını kumlu topraklarla kaplı vadi yamaçlarına yaslamış. Bağlardaki üzümlerde uzaklardan, bazen Güneyde ki Basra körfezinden gelen sıcak esintileri, bazen Kuzeyde ki Lut Çölünün gece serinliğini ala ala oluşurmuş. Artık değil bağ ve şarap görmek bir şişe şıra yapacak birkaç kök asma bile kalmamış. Üzümün İslam âleminde ki etkisi bizler de nasıl İzmir, Kapadokya ve Diyarbakır bağlarını bitirdiyse, buralarda da gereken imha etkisini yapmış. Bir zamanların Şiraz üzümleriyle yapılan Krallar içkisi Şiraz şarapları artık ne Darius’un çocuklarını ne de onu yenen İskender’in ordularını ayakta tutabiliyordu. 

Güneş tepeye çıkmıştı artık. Mart’ın son günlerinde sürekli sokaklarda dolaştığım Ekvator’a yakın bu kurak coğrafyada güneşten kavrulan kulaklarıma ve burnuma, etrafımdakilerin garip bakışları altında sık sık krem sürüyordum. 4 gündür yollarda yürüdüğümden artık iyice yorulmuştum. Her tarafı çiçeklerle kaplı, tüm İrem bahçelerini dolaşan buz gibi suların aktığı mavi çinilerle döşenmiş su kanallarından birisinin yanında, geniş yapraklı narenciye ağaçlarının altında kendime bir yer buldum. Artık Şiraz’da Cennet’i bulmuş olmanın rahatlığında, sırt çantamda ki ufak battaniyemi çıkartıp yere yaydım. Kafamın altına da ufak sırt çantamı koyup, ne olur ne olmaz diye hep yanımda taşıdığım montumu da üstüme örtüm. 

Cennet’in yaratıldığı bir dünyada, cehennemin de olacağını aklımın ucundan dahi geçirmeden İrem bağlarında gözlerim yavaş yavaş kapanmaya başladı. 

…Pilot’un hoparlörlerden gelen sesi ile önce bir ilkimdim. Kaç saattir uçtuğumuzu ve ineceğimiz alana olan uzaklığımızı, gittiğim yerdeki hava sıcaklığını, şu anda altımız da ki şehrin bilgileri verdiği anonsunu hayal meyal duyuyordum. Kalan uçuş süremizi ve olası hava boşlukları ikazını daha net duyduğumsa da çok önemsemeden hala birkaç saatim var deyip kafamı kaldırmadan tekrar uykuya daldım…

(Mart 2010)